Eğitimde rolü bulunan aktörlerin tesbit ve tasnifinin doğru yapılması elbette önemlidir. Ebeveyn, kardeşler ve diğer yakın akrabalar, arkadaşlar, mahalle ve komşular, ustalar, patronlar, her türlü medya araçları, öğretmenler, okullar, kurslar, mâbet, devlet… diye sıralayıp gidebileceğimiz bir sürü aktör vardır eğitim sahnesinde. Tabi bu arada eğitilenler de birer aktördür. Onların da kendilerine özel rolleri bulunmaktadır. Kimisi çok iyi oynar verilen rolü, kimisi ise… Bütün aktörlerin tanınması, ele alınması, rollerinin neler olduğunun anlaşılması, eğitimde başarının koşullarındandır. Öğretmenlerin rollerinin doğru bilinmesi ve onların bu rollerini doğru oynamaları ise en olmazsa olmaz koşuldur.
Eğitim ve öğretimde, öğretmen baş rol oyuncusudur efendim. Sağdan hizaya girilmeli, akıllı olunmalıdır. Oysa onlarca yıldır, öğretmenlere yönelik, öğretmenleri öğretmen olduklarına da analarından doğduklarına da pişman eden, hiç’e dönüştüren öyle projeler uygulanagelmektedir ki sormayın gitsin. Tamamen KİT zihniyeti. KİTleşenin HİÇleşme riski vardır. Öğretmenler, elleri kolları bağlı birer memura, birer emir erine, birer robota dönüştürüldüler. Örneğin, “Öğrenci merkezli eğitim” gibi Batı’dan ithal bir girdabın içinde kendi ellerimizi kollarımızı bağlamış bocalayıp duruyoruz. Ne demek öğrenci merkezli eğitim! Yaptığı pislik henüz denize ulaşmamış, hayat adına hiçbir tecrübesi ve en önemlisi de ipiyle kuşağından başka hiçbir sorumluluğu bulunmayan bir velet mi konulacak merkeze, yoksa eğitimcilik adına dirsek çürütmüş, ömrünü adamış bir öğretmen mi? İnanın Tevhid-i tedrisat gerekliliği olmasa, öğretmeni müfredat programlarının bağlamasına bile karşıyım. Dersten değil hocadan geçmek gibi bir heyecan olmalı içimizde. Hoca bu hoca! “İslâm eğitim geleneğinde tahsil ve tedris faaliyetleri, başlangıçtan itibaren müesseseler etrafında değil, öğretmenler etrafında şekillenmiştir.” (Bayramali NAZIROĞLU 8)
Bilen o, öğretecek olan o, eline verilen körpe fidanı iyi bir insan olarak yetiştirme sorumluluğunu alacak olan o… Bırakın sazını istediği gibi çalabilsin… Asıl “Kimler öğretmen yapılmalıdır?” sorusuna doğru cevaplar bulmaya çalışın siz. Kardeşim, sen en evvel öğretmen yapacağın insanı iyi belirle, sonra da onun niyetine, ciğerine, gayretine, üretimine bak. İyileri ödüllendir, işe yaramayanları kapının önüne koy. Yoğurttan ve yöntemden ziyade yoğurdu yiyecek yiğit önemlidir. Bu yiğit, iyi niyetli, yetenekli ve donanımlıysa, yoğurdu harika bir şekilde yer bitirir. Yöntemini de belirler, uygulamasını da en iyi biçimde gerçekleştirir, sonuca da gider… Evet, doğru seçilmiş öğretmenler kendi seminerlerini meminerlerini de kendileri yaparlar zaten. Başarının, verimliliğin yollarını arar bulurlar, korkmaaa…Bir sürü iğrençlikten bir diğerine bakın: Mevzuata göre bir yarıyıl boyunca sınıftaki bütün öğrencilere eşit sayıda sözlü notu vermeye mecbur tutuluyor öğretmen! Yuh be! Tükürün böyle bir anlayışın içine! Ben öğretmenim arkadaşım! Ben öğrencilerimin ciğerlerini bile okuyacak kadar tanırım onları. İstersem tek bir sözlü notuyla kanaatimi oluştururum, istersem bin tane sözlü notu veririm; kim ne karışır! Böyle bir mecburiyet koyan kişinin kafası çalışıyorsa benim kafam saman doludur, itiraf ediyorum. Kaldı ki öğretmen, sonuçta kafasındaki ortalamayı bozmayacak şekilde sözlü notlarını çoğaltamaz mı zaten? Çıldıracağım! Öğretmen çok önemlidir, en büyük söz sahibi olan odur!
Hey gidi Ankara hey! Disiplin Yönetmeliği’ni, gûya demokratlaştıra demokratlaştıra geliştiriyor(!), ayı kulaklı maymun yavrusu yapıyoruz. Aynen “Cumuk Yasası” gibi. Sonra da çözüm arayışları içinde bunalıp sıkıntı çekiyoruz. İyi niyetli devlete, bu yanlışları düzeltme adına da doğru adımlar atması yakışır. Hattâ bu çerçeveden olmak üzere, bilge kişiler Cumuk Yasası’nı da artısıyla eksisiyle tekrar gözden geçirmelidirler.
“Cumuk” demişken: Çançan Çetesi diye bir çete. Üç dört kişi. Başlarında henüz askerliğini bile yapmamış, Çançan lâkaplı bir genç. Çatlak, hasta, psikopat… Örneğin zevk için Şirinyer Hamamı’nı basıyor ve hamamdaki adamları bıçak tehdidiyle peştemallı meştemallı sokağa çıkartıyorlar (Bu hamam da meskenlerin arasında, mahalle içinde bir işletmedir.), ve onları düşürdükleri duruma kahkahalarla gülüyorlar… Evimizin bulunduğu yere de dadanmışlar, arabalarıyla dirift mirift akrobasi yapıyor ve sokakta oynayan çocuklarımız için tehlike saçıyorlar. Mahalleden beş altı erkek yürüdük üzerlerine. Sonra da tekrar bir sıkıntı yaşanmasına karşı tedbir olsun diye iki otomobile doluşup karakola şikâyet dilekçesi vermeye gittik. Elektrik mühendisi bir arkadaş bizi temsilen dilekçeyi vermek üzere içeri alındı, biz dışarıda nöbetçi polisle yarenlik ederek beklemedeyiz. Polis, makineli tabanca boynuna asılı vaziyette, “Bu herif psikopattır, şunları şunları yapıp durmaktadır. Keşke iyice bir dövseydiniz de öyle gelseydiniz, biz de size arka çıkardık.” deyince aramızdan bir arkadaş; “Memur Bey, işte biz size geldik, şikâyette bulunuyoruz. Siz ne gerekiyorsa yapın.” şeklinde bir maruzatta bulundu. Polisin cevabı ise kısa ve netti: “Ben keriz miyim! Cumuk diye bir yasa duydunuz mu siz?”
Öğretmenler de gerek mevzuattaki gerek toplumda oluşturulan zihniyetlerdeki yanlışlıklardan (Hadi “yanlışlık” diyeyim.) dolayı disiplin konusundaki rolleri itibariyle, uygulayacakları eğitim yöntemleri itibariyle cumukzede polislerden hiç farklı değiller. Çağdaşlık adına estirilen ölçüsüz, sakat bir özgürlük rüzgârı, bütün bireylerin yanı sıra öğrencileri de şirazeden çıkardı. Özellikle de zorunlu öğretimin bilmem kaç yıla çıkarılmasından sonra hâliyle ortaya çıkan sınıf geçme kolaylığı da öğrenciyi şımarttı ve tembelleştirdi, öğretmeni ise iyice sıfırladı. Sonra sonra bir sınıf tekrarı mevzuundan söz edildiğini duydum ama uygulanıp uygulanmadığını bilmiyorum. Öğretmenler, maddî manevî her açıdan elleri kolları bağlı, hattâ korka korka mesleği yapmaya çalışıyorlar. Mevzuattan korkuyorlar, Bimer’den korkuyorlar, siyasîlerin kafalarına göre atadıkları kurum müdürlerinden korkuyorlar, velilerden korkuyorlar ve belki en acısı da öğrencilerden korkar durumdalar. Oysa ÖĞRETMEN HER ŞEYE RAĞMEN CESUR OLMALIDIR. CESUR İNSANLAR ÖĞRETMEN OLMALIDIR.
Bir arkadaşım anlattı: Namık Kemal İlköğretim Okulu’nun müdürü, birkaç gün önce, aslında çok uzak bir vilayetten göçmüş olup ilçemizde mukim bir veli tarafından darp edilmiş. Türkçesi; dövülmüş. Hem de hasar verecek derecede dövülmüş. Haber, yerel gazetelerde de yer almış. Bana anlatıldığına göre, çocuğunu ana sınıfına kayıt ettirmek için adı geçen okula gelen vatandaş, bir rivayete göre kendisinden ikametini kanıtlayacak (elektrik, su faturası veya tapu senedi gibi) bir belge istendi diye, diğer bir rivayete göreyse kendisinden öğrenciyle ilgili masraflara karşılık para istendi diye gerginlik çıkarmış ve müdürü döveceğini söyleyerek okuldan ayrılmış. Daha sonra, ihtimal ki mesai bitiminden sonra, sokakta yakaladığı müdüre girişmiş ve… sözünü yerine getirmiş, şampiyon olmuş. Ben, müdürü falan tanımam ama berikine elleri kırılsın diye dualar ediyorum.
Aynı arkadaşım, konunun beni çok etkilediğini görünce ikinci bir haber daha verdi: “Bu da bir şey mi hocam, Mehmet Gürel İlköğretim Okulu’nda bir idareci öğretmen, benzeri veli dayağını defalarca yediğinden dolayı artık hiçbir veli ile görüşmüyormuş.”
Buyurun buradan yakın. Öğretim yıllarınız vatana millete hayırlı olsun. Düşünün ki burası Manisa’nın 180.000 nüfuslu koca bir ilçesi. İzmir’e yalnızca 50km. mesafede. Memleketin diğer köşelerinde neler oluyor, kim bilir, neler? Veee… Bir yanda atamaları gerçekleşsin diye taklalar atan, adaklar adayan öğretmen adayları; diğer yanda dayak yiyen muhterem öğretmenler… Emekli olmak güzelmiş be!
Demek ki öncelikle doğru insanlar öğretmen yapılmalı ve hemen ardı sıra mevzuat gözden geçirilmelidir. Taşlar yerli yerine oturtulmalıdır. Seçilerek alınmış, iyi yetiştirilmiş, 40 yıl kölesi olunmaya lâyık öğretmen de baş köşeye oturtulmalıdır. Yine Nurettin Topçu’nun, muallimin vasıfları hakkındaki düşüncelerini aktarayım:
“…Muallimin, ilim ve ideal adamı olabilmesi için her şeyden evvel gönlü, fikri, istiklâli olmalıdır. Bu bakımdan en iyi mektep, ekseriya müdürsüz mekteptir. Teftiş bir merasimdir ve bazen de bir darbedir. Muallim odalarının en canlı faaliyeti ya kooperatif işleri üzerindedir, yahut kahve ocağına aittir, yahut da alınan çelenklerin veya arkadaşlarının düğün hediyelerinin hesaplarına aittir. (Şimdilerde bunlara ilave olarak, kat, yat, yazlık, araba, fanatikçe futbol, anarşistçe siyaset muhabbetleri ya da birbirlerini çekiştirme faaliyetleri; kadın öğretmenlerin moda söyleşileri süslüyor pek çok öğretmenler odasını.) Bütün bu işlerin yanı sıra müdür odasından gelen emirler, ihtarlar görüşülür.” İşte öğretmenin hâli! Sonra da sorarız: Nerede yanlışlık yaptık? Vesselâm.