|   | 
  • Kiralık Kalem (Satılık Değil Ama)

    {eğitim eğitim eğitim (17)} KİMLER ÖĞRETMEN OLMALIDIR (8)

    TUFAN

     

    Yetmiş yıllık hayatım boyunca, ismi Tufan olan iki kişi tanıdım. Ahmet, Mehmet, Yusuf, Mustafa, Veli ve saire çok da... Bu Tufanların ikisinin de ilginç kişilikleri vardı. Gerçekten orijinal, az rastlanır türden insanlardı.

     

    Birinci Tufan’ın hayatta olup olmadığını bilmiyorum. Zaten kendisiyle, 1977 yılında, Tuzla Piyade Okulu’ndaki dört aylık yedek subay eğitimi sırasında beraberdik. Sonra ayrıldık. Kim bilir, belki Angola’dadır veya Güney Afrika Cumhuriyeti’ndedir. (Bu ülke isimlerini niçin verdiğimi biraz sonra anlayacaksınız efendim.) Belki de Türkiye’de yıllarca avukatlık mesleğini icrâ ettikten sonra bencileyin emekliye ayrılmış, bir köşede oturuyordur. Ölmüş ise Allah rahmet eylesin, sağ ise selâmet versin.

     

    Kendisine Rabb’lı, Allah’lı dualar edilmesinden memnuniyet duymuştur, eminim. Çünkü bu Tufan, ikincisi gibi değildi, Allah inancı vardı. İkinci Tufan bazen bana, aklı sıra ‘inanıyor olmamla’ dalga geçmek, alay etmek için; “Yahu Hoca, epeyce kuraklık var; şu senin Allah’ına dua et de biraz yağmur göndersin.” gibi lâflar söylerdi. Eh, ne gam, ben de bîlâ memnuniye duaya başlardım. Duası olmayan insan, neye yarar ki! Altta bir delik, üstte bir delik; üstten yesin, alttan... {{De ki: “Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin! (Ey inkârcılar!) Siz O’nun dinini yalan saydığınız için bunun günahı artık yakanızı bırakmayacak!” ﴾Furkân;77﴿}} Hayvandan farkı kalmaz. Oysa hayvanın yaratılışındaki gaye, sebep, illet, insanınkinden farklıdır; hayvanın başka işlevleri, başka görevleri vardır. Etimiz, sütümüz, yumurtamız beş para etmediği halde, durup dururken hayvanlığa özenirsek, biraz ayıp kaçar yani. Eh onu da ateistler düşünsün, bana ne! Her neyse, biz Birinci Tufan’a duamızı etmiş olduk böylece. Birinci Tufan dememin sebebi, soy ismini bilmememdir. Kalmamış aklımda.

     

    Fakat onunla ilgili olarak aklımda, çok daha önemli şeyler kaldı. Anlatacağım. ANCAK YANLIŞ ANLAMAYIN LÜTFEN, KONUM “EĞİTİM”, BİLİYORUM. BU TUFAN’I BİRAZ MUHABBET OLSUN DİYE, BİRAZ ŞAŞIRASINIZ, BİRAZ TEBESSÜM EDESİNİZ DİYE ARAYA SOKTUM. BİR DE ONUN “Yahu savaşacaksak, haydi cepheye... Değilse burada, karılar gibi niçin bağırıp duruyor, yatıp kalkıyoruz! Asker, talimde değil, cephede savaşırken belli olur!” SÖZÜNÜ, EĞİTİM KONUSUYLA İLİŞKİLENDİRMEK İSTİYORUM.

     

    Şuradan başlayayım: Bu adam, kendisinin (artık ne demekse) ‘Osmanlıcı’ olduğunu söylerdi. Hattâ ceddimizin içtiğini söyleyerek, nargile içerdi. Allah’ı da bayrak’ı da mukaddesât arasında sayar, birbirinden ayırmazdı. Ve mukaddesâta saygısızlığı aslâ affetmezdi. Bunun böyle olduğunu, davranışlarıyla, karıştığı olaylarla hep kanıtladı Tufan. Bir Cumartesi akşamıydı... Cumartesi günleri bize sabah gidip akşam dönecek şekilde çarşı izni verilirdi. Ben izne gitmemiştim, gidenler de dönmüştü. Dönenlerin bazıları, mazotu çekmiş, kafayı bulmuş oluyorlardı. Ortalıkta oyalanmaksızın ranzama uzandım. Ben altta yatıyordum, üstte de Ümit isimli, kibar bir iktisat mezunu yatıyordu. Fazla kibardı; gün boyu ayağımızdan çıkaramadığımız postallar ayaklarını vurmuş, kibar parmacıkları su toplamıştı. Neyse, uzandıktan bir müddet sonra uyumuş olmalıyım. Belki de uykuya yeni dalmış iken bir feryât, bir çığlıkla uyandım; yoksa savaş mı başlamıştı! Şapşal gözlerle neler olduğunu anlamaya çalışırken, ellerini oğuşturarak Tufan’ın kapıdan koğuşa girmekte olduğunu gördüm. Bir yandan da kendi kendine mırıldanıyor, daha doğrusu homurdanıyordu. Yirmi kişilik koğuşta tık yoktu. Benim gibi uyumuş olanlar da uyanmış, hepimiz Tufan’a bakıyorduk. Hiçbir şey söylemeden, yalnızca homurdanarak ilerledi ve ranzasına uzanıp yattı. Ben de yatıp uykuya daldım. Koğuş, yirmi kişilikti, yani on adet ranza vardı. Biz, 3. ve 4. mangadakiler, beraber idik. Ben 4. manganın çavuşuydum. Tufan da 3. manganın. Çünkü takımın en uzun boylu dört kişisinden ikisi biz idik. Benim boyum, 194 santimetredir. Tufan ise benden bir veya iki santim daha uzundu.

     

    Akşamki olayı, sabah olunca anladık. Adanalı Fransızca öğretmeni bir arkadaş, yukarıda belirttiğim gibi, çarşıda çekmiş mazotu, çekmiş mazotu... artık ne olduysa, koridorda dine, kitaba küfürler ediyormuş. Adanalıların o tarz küfürleri meşhurdur, bilirsiniz. Ben duymadım. Tufan duymuş. Kimseye bir şey söylemeden koridora çıkmış ve iki hamur bir yumurta, Adanalının dersini vermiş. Feryatlar da Tufan’ın yumruklarını yiyen Adanalıdan geliyormuş. Eh, ellerine sağlık Tufan’ın. Öyle ya Allah’a, kitaba küfür etmek kolay; çünkü o muhataplar, o küfürlere tepki vermezler. Tepkiyi, vekâleten inananların vermesi lâzım; Tufan da vermiş işte. Bilmem artık o Adanalı arkadaş, alması gereken dersi almış mıdır?

     

    Tufan’ın tepkisi hem boyuyla hem kilosuyla düşünün, nasıl bir tepkidir. Bir başka özelliği daha vardı Tufan’ın: Kafası keldi. Evet keldi ama yalnızca tepesinde kıl yoktu. Vücudunun geriye kalan her yeri ama her yeri kıllıydı. Özel bir imâlât, yani. Her sabah, belden yukarımız çıplak spor yaptırırlardı bize; başımızdaki asteğmenin Tufan’a, “Kardeşim, belden yukarısı çıplak olacak diyoruz, sen niçin soyunmadın?” sorusunu sormasını bekledim durdum hep. Elbiselerini çıkarsa da soyunmuş olamıyordu o. Adanalının o akşam, nasıl bir adam tarafından silkelenmiş olduğunu hayâl edebiliyor musunuz! Hayâlinize bir daha başvurmak istiyorum:

     

    Sabah sporundayız, “yaylalar yaylalar” diyerek koşuyoruz. Başımızda, takım komutanımız ilâhiyat mezunu Azmi Asteğmen. Acaba kabul ederler de teskere bırakıp orduda kalabilir miyim heyecanı yaşayanlardan biri. Takımda öğretmenler, hukukçular, iktisatçılar, mühendisler, kimler var kimler... Bunlardan Konyalı bir mühendis Mehmet, sırasından çıkmadan Azmi Asteğmen’e seslendi:

     

    - “Komutanım, arkadaşlara bir türkü de ben söyletebilir miyim?

     

    Azmi, nasıl olduysa çok titizlendiği kuralları belki de ilk defalığına çiğneyerek Mehmet’e olur verdi. Aldı sazı Mehmet; önce bir dizeyi o söylüyor, arkasından takımdakiler... Türkü söyleyerek koşuyoruz. Ama ne türkü! Kaynananın memelerinden başlayıp olmadık yerlerinde bitiyor. Azmi biraz alardı morardı ama tükürdüğünü de yalayamıyor... Takımdaki salaklar da hoşlanmış, bas bas bağırıyor, Mehmed’in söylediklerini tekrarlıyorlar. Biraz sonra ne oldu biliyor musunuz: Biz dört uzun, en önde koşuyoruz ya; Tufan yine koşarak ayrıldı aramızdan ve doğruca Azmi Asteğmen’inin yanına seğirtti. Asteğmen’i iki koltuk altından yakalayıp kaldırdı. Evet evet, kaldırdı; Azmi’nin ayakları yerden kesilmişti. Ve ona homurtulu bir sesle kükredi:

     

    - “Sustur şunu, yoksa seni gebertirim!

     

    Azmi hemen çark etti ve o zibidi mühendisi susturarak, yeniden yaylalar türküsüne geçti.

     

    Tufan, Azmi’yi gebertir miydi? Bence gebertirdi. Bana gösterdiği fotoğraflara dayanarak söylüyorum bunu. Tufan bana, Angola’da (veya Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, hangisiydi hatırlayamıyorum) çekilmiş fotoğraflarını göstermişti. Hem de renkli fotolardı bunlar (1977!). Tufan ortada, sağında solunda ve diz çökmüş vaziyette önünde sekiz on zenci köle... kendisinin elinde tüfek, göğsünde mermi dizili şeritler, kütüklükler... Gerçek söylüyorum, bizzat gördüm fotoğrafları. Artık niçin ve nasıl gittiyse, fakülteyi bitirdikten sonra Angola’ya gitmiş. Kendisine arazi ve köleler vermişler... Akıl alacak gibi değil belki ama yeminle söyleyeyim, fotoğrafları gördüm ben.

     

    Dedim ya, ilginç bir adamdı Tufan. Arazide talim yaparken de ilginç idi. Mangasıyla kaytarmaksızın çalışıyor, talim yapıyor ama komutlarını hiç bağırmadan sâkin veriyordu. Bu yüzden de başımızdaki Binbaşı Âsım tarafından yanlış anlaşılıyor, çavuşu bangır bangır bağıran mangalar takdir edilirken onun mangası ceza alıp duruyordu:

     

    - “İstikamet Tavşan Tepe, dağılın marş marş!

     

    Onun bu cezalandırmalara cevabı ise, yukarıda belirtmiştim; “Yahu savaşacaksak, haydi cepheye... Değilse burada, karılar gibi niçin bağırıp duruyor, yatıp kalkıyoruz! Asker, talimde değil, cephede savaşırken belli olur!” şeklinde oluyordu. Onun bu sözleri, bana, 1974 Kıbrıs Harekâtı’nda yaşanan nice olumsuzlukları hatırlatıyordu. Kendi uçaklarımızla kendi gemimizi batırmaktan tutun da düşmandan kaçarken sırtından vurulanları, kendi komutanını vurup şehit edenleri hatırlıyordum.

     

    Evet, talimsiz askerlik olamaz ama asker talimde değil, cephede savaşırken belli olur, gerçekten de. Hani bir söz var ya; “Şişede durduğu gibi durmuyor.” Aynı şey eğitim konusunda da geçerlidir. Angara’da, masa başında, allı güllü mevzuât hazırlamakla olmuyor bu iş. Cepheye ineceksin kardeşim! Orada neler olup bitiyor, gözlemleyeceksin. Konferanslar, seminerler, hizmet içi eğitim kursları... nazariyât nazariyât... Geçenlerde Bakanlık Bilmem Nesi Bir Bey, bazı okullardan seçilmiş öğretmenleri bir salonda toplamış ve dostlar alışverişte görsünler, havanda su dövüp durmuş. Katılan bir öğretmen, hem kızarak, hem üzülerek hem de alay ederek anlattı. “İnşallah, maşallah... alkışlarrr!” Nazariyatta olduğu gibi olmuyor; okullara gideceksin, okulu yaşayacak, ayağını yere basarak gerçekleri göreceksin. Veee radikal düzenlemeler yapacaksın! Belki güzel güzel mevzuât hazırlıyorsunuzdur ama ya eğitimde değişmeyen gerçekler? Yaşanan rezaletler, kepazelikler? Yanlış anlamayınız; ben sınavlarda sıfır çeken öğrencilerden bahsetmiyorum, benim derdim EĞİTİM EĞİTİM!

     

    Nereden nereye bağladım değil mi? Vesselâm.

     

    NOT: Bir sonraki yazımı [[{eğitim eğitim eğitim (18)} KİMLER ÖĞRETMEN OLMALIDIR (9) KÂĞIT ÜZERİNDE DURDUĞU GİBİ DURMUYOR]]u okurken bu yazımı da hatırlayın lütfen.

     

    R. Serdar Özmilli

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.