“Esaretin Bedeli” filmini izlemeyeniniz yok gibidir. Tüm zamanların en iyi filmlerinden birisi. Birkaç gün önce Göbeklitepe kalıntıları ile ilgili bir yazı okuyunca gözlerimin önüne bu filmdeki bir sahne geldi. Brooks Hatlen'in özgürken tattığı esareti hatırladım.
Bir duvarın üzerine kazınmış iki kelime:
“Brooks was here.”
Kısadır, ama insan ruhunun bütün ağırlığını taşır o kelimeler.
Birinin, bir zamanlar burada olduğunu, yaşadığını, anlam aradığını söyler bize.
Brooks oradaydı, gerçekten vardı. Ama sonra duvarların dışına çıktı ve anladı ki bazı insanlar için özgürlük, zincirlerin kırılması değil, zincirlerin yokluğunda kaybolmaktır.
İçeride tutsağı olduğu düzen, dışarıda onu ayakta tutan tek şeymiş meğer.
İsmet Özel bir yerde sorar:
“Uzak nedir? Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için gidecek yer ne kadar uzak olabilir?”
Brooks’un hikâyesi bu sorunun yankısıdır.
Kendinden uzaklaşmış bir insan, nereye giderse gitsin hep aynı uzaklıktadır.
Özgürlük ona verilmişti, ama anlamı alınmıştı. Ve belki de o anda, Oğuz Atay’ın yorgun sesi kulağında çınlıyordu: “Anlamıyorum. Oyun nerede bitiyor, hayat nerede başlıyor, hiç anlamıyorum.”
Brooks’un dünyasında oyun bitmişti, ama hayat da başlamıyordu.
Sonra Pessoa’nın o derin acısı gibi bir şey çöktü içine:
“Hayatım acıyor. Bulunduğum yer acıyor, kendimi bulabileceğimi düşündüğüm yer çoktandır acıyor.”
İçerisi kadar dışarısı da acıyordu artık.
Ne bir yer vardı, ne de bir yön.
Sadece taşın yüzeyinde kazılı iki kelime kaldı.
Bir iz, bir fısıltı, bir varlık beyanı:
“Ben buradaydım.”
Ya da belki sadece
Ben buradayım.
Kimi duvara kazıyor bu fısıltıyı, kimi yüreğine gömüyor, kimi de bir kuleden aşağı bırakıyor görmeyen gözlere, işitmeyen kulaklara...
Ben diyeyim Brooks sen deyiver Nahit ya da başka bir isim...
Ben buradaydım...