Söze, birkaç soruyla başlayalım. Değer nedir, değerli olan nedir? Bir şeyi değerli kılan nedir? Değerli olanı değersiz kılan nedir? Sorular, sorular, meselenin anlaşılmasıyla sayısı ve niteliği artan sorular…
Değer, “bir şeyin taşıdığı maddî varlığa göre değdiği karşılık, hakkında biçilen kıymet, bedel, valör” veya “bir şey veya kimsenin taşıdığı yüksek mânevî vasıf, meziyet, kıymetli nitelik” anlamına gelir. Kelime bundan başka olarak “yüksek meziyetlere veya vasıflara sâhip kıymetli kimse veya şey” veya “uğrunda belli bir bedel ödenecek veya belli bir zahmet göze alınacak nicelik veya nitelikte olan, lâyık, şâyan” anlamıyla metinlerde karşımıza çıkar. Kelime, Türkçe “tegmek- ulaşmak” kelimesinden geniş zaman eki ile birlikte türetilerek “kıymet” anlamında kullanılmıştır.
***
Hiç kimse, gübrelikte yetiştiği için güle diken nazarıyla bakmaz ve gül bundan dolayı değerini yitirmez. Temizliği, saflığı, kokusu, duruşu, rengi ve bütün sadelikleri ve güzellikleri akranları içerisinde üzerinde toplamış olmasından dolayı güle bakışlar hep müspet olmuştur. Hiç kimse onu üzerinde yetiştiği toprağa ve çevreye bakarak onun öz niteliklerine yönelik tek bir kem söz söylememiş ve ona olan olumlu bakışları değiştirmemiştir, değiştirememiştir.
Güle karşı bakışında bu saffeti, temizliği, güzelliği koruyan insanoğlu, hemcinsine karşı maalesef kendine yetememiş, bakışlarını biraz olsun bulandırmaktan çekip alamamış, almaya muvaffak olamamıştır. İnsanoğlu her ne kadar “Altın çamura düşmekle değerini kaybetmez.” gibi sözleri söylemeye devam etse de bunlar, hep sözde kalmış, genel olarak fiillere yansımamış, yansıtılamamıştır.
Birilerinin kara çalmaları ile yıllar yılı, gül gibi temiz, aile efradını gözü kapalı olarak emanet ettikleri, edecekleri derecede güvendikleri, tertemiz insanlara karşı ön kabuller oluşmuş, insanlar bu ön kabullerle onları kötülerden kötü olarak görme, bilme durumuna düşmüşlerdir. Hâlbuki insanlar birebir iletişimde iken, kötü ve olumsuz olarak görülen bu insanlara nesnel olarak baktıklarında herhangi bir kötü davranışlarının olmadığını söyleyememiş, onlar için “en güvendiğimiz komşumuz, yakınımız” itirafında dahi bulunmuşlardır.
Bir yerlerde bir tel kopmuş, ahenk şimdilik kesilmiştir. O sosyal ahengin bir zaman sonra tekrar tesis edileceğine inanıyorum. Ama bu, birden olacak bir iş değildir. Fiziki ve sosyal her türlü olguda geçerli olan, yapmadaki tedricilik burada da geçerlidir. Yıkmak bir anda, yapmak zamanla olan bir iştir. İnsanların başka insanlar hakkındaki algıları bir hamlede değişik bir yöne kayabiliyor. Ama kayan bu bakışların eski yerine gelebilmesi ise ne yazık ki bir hamlede olmuyor.
Fıtratta yıkım kanunları başka yapım kanunları başkadır. Bir anda ve bir hamlede gerçekleşen yıkımın yerine yenisinin inşası bir anda ve bir hamlede gerçekleşmiyor, gerçekleştirilemiyor. Üç dört asırlık bir çınar ağacını bir saate varmadan kesip yerinde yeller estirebilirsiniz. Ama o çınarın eski hâlini alabilmesi için ise üç dört asırlık bir zaman diliminin tekrar yaşanmasına ihtiyaç vardır.
Her bünyenin yiyeceği, gıdaları hazmetmesi aynı olmadığı gibi her gıdanın, yiyeceğin hazmedilme şekli ve süresi aynı değildir. Aynı şekilde her meclisin, her ortamın ve o ortamda bulunanların bilgileri, kişileri, olayları, olguları kavraması, anlaması aynı değildir, aynı derecede hiç değildir. Bir de insanların başında bakışları bulandıran sis dalgaları varsa bunun hemen olması mümkün değildir. İki Cihan Güneşi’nin (sallallahu aleyhi vesellem) "Kellimünnâse alâ kaderi ukûlihim.” yani “İnsanlarla anlayabilecekleri, akıllarının kaldırabilecekleri oranında konuşunuz." buyurmuş olması ne kadar da anlamlıdır, öyle değil mi?
Henüz kozada olan bir kelebeğe, oradan çıkması için yardım etmek gerçekte yardım mıdır cinayet mi? Elbette cinayettir, yardım etmek değildir. Vaktinden önce doğum da normal doğum değildir; insan için sağlıklı bir hayatın başlangıcı da değildir. Yüce Mevlâ’nın belirlediği miktar neyse oluşumun ona uygun olarak gerçekleşmesi doğal olanıdır.
Her sözü herkes aynı oranda anlayamaz. İşin içine mecazlar girdiğinde bu, daha da karmakarışık bir hâl alır. Zira, derler ki “mecaz, cahilin dilinde hakikat”tir. Hâl böyle olunca herkese aynı konuyu aynı sözlerle anlatmak doğru bir anlatım olmaz. Hallac-ı Mansur, kendini ve düşünce biçimini anlamayacaklara bilginin hepsini anlatmaya kalktığı, bu bilgileri onlarla paylaştığı için dünyası dar edildi, bedeni de dara çekildi.
Aklı gözünde olanlara, tasavvuri, hayali bilgi fayda etmez, onu asla anlayamaz ve kavrayamaz. Nazari bilgiler, görsel unsurlarla desteklendiği takdirde o nazari bilgilerin anlaşılması kısmen başarılmış olur.
Her nesnenin bir dayanma gücü, her kabın bir istiap ve her balonun içine üflenen havayı alarak genişleme haddi olduğu gibi her insanın da sabır taşının çatlama haddi vardır.
Küheylanlar hızlı hızlı koşar, şimşek gibi atılan bu atların da yola dayanma süresi ve mesafesi vardır. Bu süre ve mesafe her ata ve her atın binicisine göre de değişir.
Gün de geceli ve gündüzlüdür. Hak Teâlâ (celle celalühü) gündüzü çalışmak, geceyi bir kısmını ibadete ayırmakla birlikte insanın dinlenmesi için yaratmıştır.
Arza, yeryüzüne, dağlara, bayırlara, ovalara bir bakmaz mı insan? Onlardaki toprağın da bir bakıma gecesi olan kışın dinlenmesi söz konusu değil mi?
Hazmedebileceğin miktarda yemek de insanoğlunun Tek Gül’ü olarak açan Zat’ın sünneti değil mi? Üçe ayırmak mideyi; birini su, birini yemek, gıda, diğer kısmını da havaya ayırmak yani boş bırakmak değil mi? Doymak imkânı varken doymadan kalkabiliyor muyuz? Bu soruya ben evet diyemiyorum, diyemem de!..
“Allah katında amellerin en sevimlisi”nin “Az da olsa devamlı olanıdır.” buyrularak makbul olanın bildirilmesinin bir hikmeti insanın belli bir dayanma gücünün olduğunun ifade edilmesi olsa gerektir. Bundan dolayıdır ki azar azar olmayan rahmet değil, afattır. Çünkü yoğun ve etkili yağınca afet olan yağmur, azar azar, çisil çisil yağınca rahmet olmaktadır.
Yudum yudum içtiğin su, cana can katarken onun fazlasını birden yuttuğunda boğulur, hayatından olursun. Azı hayat, hayata can, cana heyecan iken fazlası felaket, hayata nihayet veren bir çizgi!..
İlim öğrenirken ve öğretirken de kademe kademe, gıdım gıdım, derece derece olanı tercih etmiyor muyuz? Ve değişmez bir metot olarak “kolaydan zora”, “basitten karmaşığa” doğru bir yol izlemiyor muyuz?
Maddi ve manevi her alanda olduğu gibi insan davranışlarında da “karınca kararınca” hareket etmek, bilgiyi insanların hazmedebilecekleri miktarınca vermek en doğrusudur.
Siz muhatabınıza kendinizle ilgili olarak paylaştığınız bilgilerde art arda birden, hepsini tamamen karşı tarafa boca eder misiniz? Elbette etmezsiniz, edemezsiniz! Çünkü henüz kısmi bir iletişim sağlanmış olsa bile gerçek anlamda bir iletişimin varlığından söz etmenin imkânı yoktur. Çünkü, sizdeki değeri, kıymeti, güzelliği, sizdeki başka bir güzelliği muhatabınızın bilmesi önceki iyilik ve güzelliklerinize bakışı bulandırması sebebiyle olumsuz edebilir. Kıymetinizi ve davranışlarınızın değerini onun gözünde birdenbire düşürebilir.
İnsanlar, kelimeler gibidir; kelimeler de insan gibi. Bu bağlamda ilk okumada, karşılaşmada taraflar birbirine yabancıdır, araya mesafe koyar, mesafeyi de birden daraltmaz. Bütün anlam katmanlarını insanın zihnine boca etmediği gibi insan da muhatabı olan bir başka insana kendine ait bütün özelliklerini, bilgilerini, sevgilerini, nefretlerini, yeteneklerini, kusurlarını hâsılı artı ve eksilerini paylaşmaz, paylaşamaz. Zaman içerisinde birbirini anlama, güvenme söz konusu olduğu oranda bu artar.
Mevlâna, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.” der. Bundan dolayıdır ki insan, duygudaşını gönülden sever fikirdaşından ziyade. İnsanı en çok da hâlden bileni anlar!..
Kıştan yaza geçerken de bir tedricilik, derece derecelik, aşama aşamalık söz konusu değil mi? Dallara su yürür ilkin, sonra dallar boncuk boncuk tomurcuklanır. Tomurcuklanmanın ardından çiçeklerin taç yaprakları süsler ağaçları. Bir müddet kendi fıtratının renkleriyle boyanmış olarak çiçek libasıyla arzı endam eder, Yüce Mevlâ’nın sanatını gözlere sunar. Derken mini mini meyveler yer tutar dallarda; gün gün, günden fark ede ede büyüdükçe büyür. Gün gelir, içlerinden biri olgunlaşır, olgunlaşmanın küçük bir misalini gösterir diğer meyvelere. “Üzüm üzüme baka baka kararır.” misali derken diğerleri de olgunlaşır. Sonra ağacın bütün meyvelerinin her birerinin kendinde saklı bulunan ağaçların yani çekirdeklerinin toprakla buluşması sürecine doğru bir akış başlar. Çekirdekler toprakla buluşur buluşmasına ama yeniden bitmeye imkân ya bulunur ya bulunmaz. Hayat böyle devam edip gider…
Bakışlar güzelse güzellikleri görür göz. Gören göz değildir esasen; beyindir, zihindir, vicdandır, iz’andır, anlayıştır. Akıllı insan odur ki kendini her türlü şartlanmışlıktan kurtararak bütün melekelerini salt hakikati bulma yolunda sarf eder. Başkalarının ortaya koyduğu sis bulutlarından mümkün mertebe hiç etkilenmemeye gayret eder. O bu gayreti sayesinde, değerli olanı daima görür. Böylelikle sahte güzelliklerden, yapay kahramanlıklardan, kahramanlardan kendini uzak tutmayı başarır. Değerler manzumesinde, değerleri hayatlarının bir parçası hâline getirmiş insanlara kara çalmaktan kendisini korumuş, hem dünyada hem de ahirette türlü mesuliyetten kendini kurtarmış olur. Ön yargılar kişiyi mahkûm eder, ön yargılardan sıyrılmış bir bakışa sahip akıl, özgürlükle düşünce göğüne kanatlanmış demektir. Ön kabulleri kaldır ki hakikati tastamam görebilesin. Vesselam!..