Fark edenleriniz vardır mutlaka; yetişme çağındaki bazı ergen kızlar, yolda, çarşıda, insan içinde anneleriyle yan yana yürümekten, konuşmaktan imtina ederler. Anne, kıyafetiyle, yürüyüşüyle ve konuşma tarzıyla ya biraz “kırsal kesim”dir veya biraz “kenar mahalle”. Kız, onu tanımıyormuşçasına önden önden, hızlı hızlı yürür, anne de kendisine yetişeceğim diye ardı sıra yuvarlanır durur. Kızın son derece modern ve markalı giyinme özentisi içinde olduğunu ve ayağındakilerle, sırtındakilerle kendini gösterme zorlanması yaşadığını görmemek mümkün değildir. Ama dikkatli bakanlar yine görürler ki üzerindeki, ayağındaki o markalı şeylerin çoğu çakmadır. Hani bazı trajikomik tipler, Tofaş arabalarının önüne Mercedes amblemi yapıştırırlar ya, aynen öyle bir etki, bakar bakmaz algılanır. Algılanır-DI. Evet algılanırdı. İşin doğrusu, ben yıllaaardır insan içine çıkmıyor, çarşı pazar gezmiyorum. Dolayısıyla da şimdilerde nelerin olup bittiğinden habersizim. Önceleri böyleydi. Ve şunu da tesbit etmiştim; bu durum, erkek çocuklarda değil, daha ziyade kız çocuklarda görülüyordu. Belki şimdilerde erkek çocuklar da değişmiştir. Çünkü erkek ve kız kavramlarında, tanımlarında, niteliklerinde öylesine değişiklikler yaptılar ki.
Bir ergenin bu tutumu, bir eziklik duygusu, aşağılık kompleksi midir bilmiyorum. Ben ASALET ZORLAMASI demeyi tercih ederim. Hakikaten de bu bir zorlamadır ve öyle olduğu da açıkça belli olur. Asalet başka bir şeydir çünkü. Zorlamayla arz-ı endam etmez.
Evet, başka bir şeymiş asalet. Bunu ben, rahmetli eşimle evlenince, onu ve ailesini tanıyınca anladım. Evlenmemize vesile olan arkadaş, bana yolladığı pusulanın sonunda; “…sana çok uygun olacağını düşünüyorum. Anasını tanıdım, nesli tükenen kadınlardan biri.” diye yazmıştı. Sonra ben de tanıdım ve arkadaşımın yazdıklarını aynen doğruladım. Şanslıymışım. Kızını da tanıdıkça, asalette annesinden daha ileri olduğunu gördüm. Tarif etmem istense tarif edemem asaleti ama bir görüşte tanırım. Aslında çoğunuz da tanırsınız: Önce sabır, tahammül. Hoşgörü ve özveri. Hemen sonra tevazu, sâdelik (her konuda şatafatsızlık) ve özentisizlik. Kendisiyle barışık olma. Ortamda ‘diken’ olmama. Yaratan’dan ötürü sevme. Kan kusarken bile “Kızılcık şerbeti içtim.” diyebilme.
Babamın gönlünde altın bir taht sahibiydi. O bizi terk ettiğinde babamın gözlerinden akan yaşlardan daha gerçek gözyaşı görmüş değilim hayatım boyunca. Kız kardeşim görümce olmanın gerekliliği(!) ve annemin etkisi nedeniyle biraz gecikmeli olarak fark etti elması ama fark etti. Erkek kardeşim, namaz sonrası dualarında ismen saydığı ilk beş kişiden birinin daima O olduğunu söylüyor. Ben… ben huysuz, ben geçimsiz adam da bu satırları yazıyorum işte.
Annem… Eşimi, yukarıda belirttiğim gibi bir arkadaş yönlendirmesiyle kendim bulmuştum. Annem bu özel durumu hazmedemedi. Zor beğenen bir kişiliği vardı, eşimi bana bir türlü yakıştıramadı. İlk altı yıl boyunca kendisine hiç adıyla hitap etmedi. “Kızım” demedi. “gelinim” demedi. Sesleniş şekli şuydu: “Hişt, bana bak.” Ayrıca annem pozitif bakmayı pek beceremeyen (Ben de ona çekmişim.), pozitif bakmaktan pek hoşlanmayan bir yapıya sahipti. {Tabi her şey bir tarafa niceee güzel, değerli yanları vardı rahmetli annemin, burada olumsuz taraflarını nazara vermem, berikinin keyfiyetini daha iyi anlatabilmek içindir.} Bakınız, arz ettiğim ortama rağmen, en az haftada bir bana; “Hoca, haydi kalk annene gidelim. Epeydir gitmiyoruz, belki bir ihtiyacı falan olabilir. Hâlini hatırını soralım bir.” derdi. Annem henüz yaşlanmış sayılmazdı ve kendi işini rahatlıkla yapabilecek kadar dinçti o zamanlar. Bilmem ellibeşinde var mıydı? Giderdik. Annem, “Hişt, bana bak.” derdi, O da bunun farkına bile varmaz, “anne, anne” diye güler yüzle sohbet ederdi. Daha doğrusu sohbet etmeden önce ya süpürgeyi kapar, temizlik bezini kapar, kollarını sıvayıp ailenin bir parçası olma psikolojisiyle bir yerlerden işe girişirdi. Annemin hoşlanmamasına rağmen. Annem, evinin kurcalanmasını, neyinin nerde olduğunun bilinmesini, eşyasına ellenilmesini sevmezdi. Rahmetli, bunun farkına varacak kadar da kafası çalışmayan biri olur, aldırmaz, işe devam ederdi. Bulaşık varsa ki çoğu zaman olurdu, bulaşıkları yıkardı. Annemin, bulaşığı kendinden başkasının temiz yıkamadığı endişesi de vardı, biliyorum. Aslında Rahmetli de bilirdi bunu ama aldırmazdı. Dikkatimi en çok çeken şey; eşimin tuvalet temizleme aşkıydı. Hemen her gittiğimizde annemin tuvaletini aşk ile temizlerdi. Harika bir gelindi. Uzatmayayım. Yani dedim ya, asalet’in tarifini yapamam ama asaleti, kokusundan, renginden, ayak seslerinden tanırım.
Asaletin bir diğer önemli göstergesi; kişinin bulunduğu ortamın bir parçası olabilmesi, diken olmaması, ortamı ve ortamdakileri cımbızla veya eldivenle tutmağa kalkışmamasıdır. Üye isen, o derneğin veya örgütün, her neyse, üyesi olmayı özümseyecek, bu sıfatı severek ve övünerek taşıyabileceksin. Üyesi bulunduğun kuruluşun değerli olduğu bilinciyle hareket edecek, diğer üyeleri sevgiyle kucaklayacaksın. Varlığın, diğerlerini rahatsız etmeyecek, tersine huzur verecek. Ya bir takıma girmeyeceksin veya girmişsen o takımın formasını istekle, gururla giyeceksin. Galatasaray’dan Beşiktaş’a transfer gelmiş bir oyuncu maçlara ve hattâ antrenmanlara sarı kırmızı formayla çıkmaya kalkışırsa, o kişide biraz sorun var demektir, değil mi? Karım bu ince noktada da tam not alıyordu. Bize katıldıktan itibaren hiç zorlanmadan bizim parçamız oluvermişti. Yemek kültürünü bile değiştirmişti. (Keşke kara lahana çorbası yapmasını biraz daha hoşgörüyle karşılasaymışım. Makamı Cennet’tir inşallah.) Ne kendi ailesinin yoksulluğundan, basit yaşantılarından, babasının mesleğinden (Hizmetliydi.), kendisinin ilkokul mezunu oluşundan bir eziklik, bir sıkıntı duyardı ne de benim soyadımı almış olmaktan, artık benim ailemin bir parçası oluşundan rahatsız oldu. Bunların hepsini seve seve ve birer gurur vesilesi olarak kabullenirdi. Çünkü asalet özündeydi. Maddî durumumuz çok iyileşse, ülkenin en zengin insanları arasına girsek de O’nda hiçbir değişiklik olmaz, tevazusuyla, sâdeliğiyle çizgisini aynen devam ettirirdi. Tersine, yiyecek ekmeği zor bulabileceğimiz bir yoksulluğa da düşsek yine değişmez, tebessümleriyle çevresine hoşnutluk dağıtırdı. Saraylar, tripleksler, dubleksler ile gecekonduyu, barakayı farksız görmekten daha büyük asalet olur mu? Lüks deri kaplama koltuk takımlarında oturmakla bir divanın basma kaplı minderi üzerinde oturmayı bir tutabilmekten daha saygıdeğer bir tutum olabilir mi? Ancak dikkat; bunları lâfta söyleyen çoktur da iş başa düşünce maalesef hesaplarda değişiklikler görülebilir. Zaten asalet o zaman belli olur. Denemeden anlamak çok zordur. Herkes çevresindekilere, hanımına, çocuklarına bile bu nazarla baksın. Dedim ya ben şanslıydım. Şansım sürüyor. Çünkü ikinci evliliğim de ‘asalet’ konusundaki ezberlerimi bozmadı, çok şükür.
Ne Rahmetli, ne şimdiki hâtunlarım, asalet zorlaması yaşayan kimseler değiller. Annelerinin kollarına girer, insanların içinde göğüslerini gere gere öyle yürürler. Farz-ı muhal anneleri çok cahil, çok görgüsüz, çok yoksul, çok kırsal, çok kenar mahalle olsalar bile. Yazımın başında anlattığım ruh hastası, asaletten nasibini alamamış kız gibi değillerdir yani. Bırakın annelerini, en acûze, en düşkün bir ihtiyarın bile seve seve koluna girer, onunla muhatap olur, ona yardımcı olurlar.
Artık toparlayayım: Asalet çok değerli, çok özel ama maalesef az bulunur bir keyfiyettir. Az bulunur olmasında, ortamın ve eğitim yapımızın baş rol oynadığını parantez içinde söylemeliyim. Ama asaletin, parayla, etiketle, yetenekle, güçle ve hattâ tahsil ile satın alınamadığını da ekleyeyim. Asil insanlara çatmak, büyük ölçüde kısmet işidir. Bunun için de Allah’a çok yalvarmamız gerekir. Gerçekten de nasibinizde yoksa, asil dostlara, asil kardeşlere, asil bir hayat arkadaşına, asil evlatlara, asil gelinlere ve damatlara, asil torunlara çatamayabilirsiniz. Dolayısıyla aradığınızı bulamayabilirsiniz. Ancak işte tam da bu noktadan itibaren siz asalet sınavı vermeğe başlarsınız.Nasıl mı: Katlanarak. Kabullenerek. Sabrederek. Hoş görerek. Pozitif davranarak. Doğru ve iyi bir örnek olmağa çalışarak. İşte yazımda asıl varmak istediğim nokta, söylemek istediğim şey buydu. Başta ben, hepimiz bunu kendimize telkin etmeliyiz. Âdemoğlu bu dünyaya bir sürü şeye katlanmak zorunluluğuyla gönderilmiştir. Katlanmak ve yanı sıra dua etmek zorundayız. Yazımın başındaki o hor görülen annenin de aslında, o densiz, o terbiyesiz kızına katlandığından eminim. Durumun elbette o da farkındadır ama analık duygusu ve asaleti, katlanma tercihi yaptırmaktadır.
Efendim, insanca yaşama isteği, çok önemli, çok güzel bir temennidir. Ancak bu temeninin gerçekleşmesi, mutlaka bedel ödemeyi gerektirmektedir. Asil insanların çokluğu, bir toplumu insanca yaşama yaklaştırır. AİLE İÇİNDEN BAŞLAYARAK EĞİTİMDE ASALET AŞISI YAPMANIN ÖNEMİNİ KAVRAYAMAMAYA hayır.
Hayırist, esenlik dolu hayırlı günler diler.
R. Serdar Özmilli