Bu yazımda sizlere, gerçek bir vatan sevdasından, yıllar yılı vatan hasretiyle yanıp tutuşan yaralı bir gönülden bahsedeceğim. Daha sonra da düşünce yolculuğuna davet edeceğim. Hazırsanız başlayalım:
1978 yılında, Balıkesir Tren İstasyonu’nda, elinde bir torba ile garip kıyafetli yaşlı bir ihtiyar iner. İstasyon önündeki taksilerden birine sorar:
"Oğlum, beni Üçpınar köyüne götürür müsün?” "Götürem amca, bin arabaya!" Şoför oraya doğru arabayı sürerken Toygar Tepe'ye geldiklerinde adam, “Duuur!..” der. Dururlar. Adam taksiden iner, mezarlığa girer, bir ağaca sarılır. Biraz sonra gelir. "Tamam oğlum, burası bizim köy. Bu ağaç Hacı Abdullah'ın çitlembiği (çitlembik). Tanıdım.” Giderler.
Taksi, köy kahvesi önünde durur. Adam taksiden iner, kahveye girer. Yaşlı adam bir yere oturur. Hiç konuşmadan kahvedekilerin yüzlerine defalarca dikkatle bakar. Kahvedekilerden birisi muhtara gider, kahveye garip bir ihtiyarın geldiğini, hiç konuşmadan herkesin yüzlerine baktığını söyler.
Muhtar hemen kahveye gelir. İhtiyar adama: "Amca, sen kimsin, nerelisin, birini mi arıyorsun?" der. İhtiyar: "Kimseyi aramıyorum oğlum, ben de bu köydenim." demesi üzerine muhtar: "Amca, ben yirmi senedir bu köyde muhtarlık yapıyorum. Seni tanımıyorum. Kimlerdensin sen?" diyerek meseleyi çözmeye çalışması üzerine ihtiyar: "Çok oldu oğlum. Beni ancak ihtiyarlar tanır. Onları çağırır mısın?" diyerek muhtara çözüm yolunu gösterir.
Biraz sonra köyün bütün ihtiyarları kahveye toplanır. Ama ihtiyarlardan hiç kimse gelen bu “yabancı” ihtiyarı tanımamıştır. İhtiyar sormaya başlar:
"Süleyman Çavuş?"
"Öldü..."
"Recep?"
"Öldü."
"Koca Salih?"
“Öldü..."
Köydeki yaşlılardan biri yavaşça ayağa kalkarak "Eyüp Çavuş benim." der. İhtiyar, bir şeyleri hatırlamaya çalışırcasına bakar... bakar... bakar. Sonra birden gelen misafire sarılır. "Muhammet (Remzi), sen misin? Sen misin be? Nerede kaldın bunca zamandır? Nerelerdeydin be?" der.
Eyüp Çavuş, gelen ihtiyarı tanımıştır. Gelen ihtiyar, yaşadıklarını bir bir anlatır. Çanakkale Cephesi’ndeki harbin 1916 yılının başında bitmesi üzerine, Gazze Cephesi’ne götürüldüğünü, orada yaralanınca, Halep'te Askerî Hastane’de tedavi edilirken İngilizlerin geldiğini, Haleplilerin "Bunlar bizim insanlarımız. İngiliz gâvuru, bunlara eziyet eder." diyerek yaralıları hastaneden kaçırıp evlerine götürdüklerini baştan sona anlatır.
1918’de olan bu olayın üzerinden yıllar geçer. Bir türlü gelemez bizim askerler. Üçpınarlı Muhammet de orada kalır; evlenir, çocukları olur! Ama yüreği, vatan hasretiyle harıl harıl yanmaktadır. Ancak altmış dört yıl sonra son bir kere daha vatanını görmek arzusu ile Balıkesir'e Üçpınar'a gelmiştir. Son bir kere daha görmek için...
Başından geçenleri bir bir anlattıktan sonra “Bizimkilere ne oldu? Yaşayan var mı?” diye sorar. Köydeki ihtiyarlar da “Anan öldü. Baban öldü. Abin öldü. Ablan öldü. Amcan öldü, Dayın öldü. Karın öldü ama kızın sağ..." derler. Bunun üzerine heyecanlanan ihtiyar, "Neeee? Kızım sağ mı? Aaah, benim bir de kızım vardı. Ben gittiğimde on beş günlüktü. Nerede benim kızım şimdi? Ama kızım da şimdi beni tanımaz ki?.." diyerek iç geçirir.
Bunun üzerine Eyüp Çavuş, “Bekle... Ben söyleyip geleyim." der ve gider... Hatça teyze, avluda leğende çamaşır yıkamaktadır. Büyük bir telaş için Eyüp Çavuş’un avluya girmesi üzerine: Hatça teyze: "Hayrola Eyüp dayı, Ne var?.." diyerek telaşın sebebini sorar. Eyüp Çavuş, "Hatça kızım, sana müjdeli bir haberim var: Baban geldi... Baban sağ..." diyerek muştular. Bunun üzerine Hatça teyze, "Innh!.." diyerek bayılır. Biraz sonra ayıltılınca; "Eyüp dayı, bu nerden çıktı? Şimdiye kadar bana hep babamın şehit olduğunu söylediler ya?" demesi üzerine Eyüp Çavuş, “Kızım, gelen baban... Ben tanıdım..." der. Hatça teyzenin, “Nerede babam?" demesi üzerine Eyüp Çavuş, “"Kahvenin önünde." diye cevap verir. Bunun üzerine
Hatça teyze hemen fırlayarak kahvenin yolunu tutar. Eyüp Çavuş da arkasından çıkar.
Muhammet (Remzi) Çavuş gelenleri görünce; o da koşarak karşılamaya gelir. Ama ikisi de birbirlerine yabancıdırlar. Öyle ya hayatın bin bir derdi ile gurbet ellerinde kalmış, bir kızı olduğunu unutmuş birisinin altmış dört yıl sonra yaşlı bir kadın karşısına çıkıyor ve onun kızı olduğu söyleniyor. Altmış dört yıl babasının öldüğü söylenen birisine de karşısında duran ihtiyar adamın babası olduğu söyleniyor. Karşı karşıya gelip garip bir şekilde birbirlerine bakışıyorlar.
Biraz sonra Eyüp Çavuş: "Kızım Hatça, bu senin baban... Ben kendimden nasıl eminsem, bu adamın senin baban olduğundan da eminim... Öp babanın elini!" diyerek yüreklendirir.
O gece Üçpınar köyünde bayram yaşanır! Herkes bu yeni duydukları akrabalarını ziyarete gelir. Muhammet Çavuş on beş gün kadar, köyünde dolaşır. Tarlalara gider, tepelere çıkar.
On beş gün sonra kızına: "Kızım, ben artık gidiyorum." der. Kızı Hatça teyze: "Baba, nereye gidiyorsun? Bu gördüğün her şey senin ya!.." diyerek kalmasını söyler. Bunun Üzerine Muhammet Çavuş, "Hayır, kızım, ben artık Halepliyim... Orada kardeşlerin var. Bir oğlum, bir kızım var. Ben sadece bir kere daha yurdumu, vatanimi ölmeden önce bir kere daha görmek için geldim." der ve ertesi gün gider.
Ertesi yıl gene gelir. Bu sefer oğlunu ve kızını da getirmiştir. Oğlu Halep'te inşaat mühendisi imiş. Onun adını da "Muhammed Remzi" koymuş. Kahvede kendisine sormuşlar: "Senin adin Muhammed. Ama oğluna neden kendi adını verdin?" O da şöyle cevaplamış: “Ben vatan hasreti ile yıllardır o kadar yandım ki, ben ölmeden vatanıma kavuşamazsam, adımı hiç değilse oğlum götürsün vatanıma diye kendi adimi verdim ona da..."
Bunca yıl vatan hasretiyle gönlü yanıp tutuşan Muhammet Çavuş, kızının adını ne koymuş biliyor musunuz? O altmış dört yıl hasretini çektiğinin, ülkesinin, yurdunun, devletinin adını koymuş. Evet, o, dünyanın en güzel adı. O, dünya tatlısı, güzel kızına verdiği en güzel ad: "TÜRKİYE"!..
***
Simit ve su
İki saatlik tren yolculuğu için bu sabah erkenden hazırlanıp yola çıktım. Trene binmeden önce henüz kahvaltı yapmadığım için yanıma bir simit ve bir şişe suyu aldım; daha sonra trenle yolculuğa başladım. Her gün kullandığım ilaçlarımı kullanabilmem için bu simidi yiyip suyu da içtim. O sırada simidi koyduğum kâğıt poşetin yırtık yerinden simit kırıntılarının ve susamların koltuğun üstüne ve zemine döküldüğünü gördüm; kendime dedim ki “Bu simit ve susam parçalarını topla, çiğneme! Sonra içimden başka bir ses dedi ki o kadar da çok değil, çiğnesen de bir şey olmaz; su dökülünce suya basıyorsun, simit dökülünce çiğnesen ne olur? Birkaç saniye süren, böyle gel-git düşüncelerim oldu. Ama dedim ki ekmek ayrıca karnı doyuran bir nimet, ekmeğini kazanmak veya ekmek parası deyimi vardır ama su kazanmak su parası deyimi yoktur. Demek ki bunca insan ekmeğe ayrı değer vermiş, sudan daha değerli; bu, suyun değersiz olduğu anlamına gelmez, dedim ve o parçaları topladım, üzerlerine basmadım. Siz olsaydınız ne yapardınız? Belki de sizin içinizde böyle “aykırı sesler” hiç gelmiyordur! Bende sık sık, böyle aykırı sesler olur ama onları analiz ederim, onları düşünürüm, doğru olanı araştırır, doğru olanı yaparım.
Hepinize sağlık ve huzur dolu günler diliyorum!