|   | 
  • Cevahir Kadri

    Acılar Yurdu

     

    İnsanlık iyilikte, güzellikte, vicdan, hukuk ve adalette grafiği yükseltmesi gerekirken tam tersi bir hareketle gitgide inişe, çöküşe doğru gitmektedir. İnsanlık çöküyor, Hangi coğrafyaya baksam acı, hangi yöne baksam görmekteyim duaya, merhamete muhtacı!..

     

    Aslında selamet yurdu olması gereken İslam ülkelerinin ne onlarla insani mertebede ilişkiler yürütmesi gereken, onlarla komşuluk edenlerin ne de coğrafyaların büyük yüzölçümlerine hâkim olan “süperlerin”; hiçbirinin insanların huzur ve güven içerisinde hayat sürdüğü bir ülke profili yok. Herkesin ve hepsinin “kendine has” gerekçeleri var, gerekçe olmayacak zayıflıkta. 

     

    Mutlak adaletin bu dünyada hâkim olmasının zorluğu ortada; izafi adaletin sağlanması hususunda dahi onun yanından geçmek isteyen yok gibi. Ülkeleri yönetenlerin ayrımsız bir şekilde hiçbirinin kanaat ve adaleti esas aldıkları yok. Daima “Rabbena hep bana”, “hel min mezid” anlayışında, “daha yok mu, daha yok mu?” düşüncesiyle hareket ediyorlar. Sadece yönetenlerde mi var bu doymazlık hastalığı, hayır! Yönetilenlerde de de bu söz konusu. E, yönetenler de yönetilenlerin tavır ve davranışlarından güç ve enerji alarak bu anlayışlarını sürdürmüyorlar mı zaten?

     

    Yirminci yüzyıl acılar, felaketler, savaşlar, haksızlıklarla dolu, insanlığın huzuru bir türlü bulamadığı bir yüzyıl idi. İnsanlık yeni bir yüzyıla büyük bir umutla girmişti girmesine ama eskiden hayal olanlar, şimdi bu yüzyılda ham hayal olarak dönüş yaptı. Umutlar tez vakitte suya düştü.

     

    Geçen yüzyıllarda ikiyüzlü tavır ve davranışlar sergileyen çağın münafık ve zalimlerine rahmet okuturcasına bir hareketle sahaya indi bu yeni çağın hibrit/karma yüzsüzlük veya çokyüzlü münafık ve zalimleri.

     

    Daha çiçeği burnunda bir yüzyılın ilk yıllarında insanlığı aşan bir kalleşlik içeren senaryo ile 11 Eylül olayları (2001) tertiplenerek emperyalizmin aslında hiçbir zaman elini ayağını çekmediği Ortadoğu ve Ön Asya’daki Müslüman halkların rahat ve huzurunun yanı sıra maddi manevi bütün kaynaklarının sömürülmesine zemin hazırlandı. Güya olayları gerçekleştiren Müslümanlardı ve bunun cezasını da irtibat ve iltisaklı ülkeler çekmeliydi. Sırf bu olaylar sebebiyle kaç Müslümanın hayatı karartıldı, kaç ülkenin huzuru, enerjisi, alt ve üst kaynakları yağmalandı, talan edildi. Benzer tavır ve davranışlar birçok ülkede de tekrar edildi.

     

    İnsanın hocası da insandır, bazen hayvandır. Ülkelerin de hocası aynı anlayış ve tıynette lider ve yöneticilere sahip başka bir ülkedir. Zulüm, cehalet, fakirlik insanlığın topyekûn mücadele etmesi gereken, huzura ulaşmada en büyük engellerden. Ne var ki ülkelerin liderleri halkın huzur ve refahını önceleyen bir anlayışla işlerini yapmanın derdine düşseler halk da huzura kavuşacak. Bu, imkânsız olmasa da zorlu bir yol olduğu için bu seçeneği kullanmanın yerine daha kısa ve kendilerini güven altında alan ama halkın huzur ve güvenliğini ikinci plana atan, konforlu bir yönetim anlayışını tercih ediyorlar.

     

    Dünyada olup bitenlerden ne kadar haberdarız? Yaşananlara dair gerçek, doğru bilgilerin ne kadarı olduğu gibi paylaşılıyor? Muktedirlerin yararına olmayan gerçek bilgiler tam bir netlik ve gerçeklikte paylaşılıyor mu?

     

    Oyun içinde oyun mu var, hangi bilgi hangi amaçla veriliyor? Hatta öyle bir hâl oluyor ki ABD’deki olaylarda olduğu gibi “kaz gelecek yerden esirgenmeyen tavuklar” bile söz konusu. Sonra çıkıp bunun bir “ikram-ı ilahi” olduğundan dem vuruyorlar, akabinde alakasız bir şekilde gasp etme, yoksun bırakma, yokluğa mahkûm etme ile zulüm kaleleri inşa ediyorlar. Ülkelerde huzurun esamisi okunmaz oluyor.

     

    Filistin meselesi yeni ortaya çıkmış bir mesele değil. Farklı boyutlarıyla yüzyılı aşan ama yeni boyutlarıyla da yüzyıla yaklaşan bir mesele. Emperyalist güçlerin Ortadoğu hakimiyetini ellerinde bulundurmak için kurdukları İsrail, öteden beri eylemleriyle hep terörle ve insanlığa karşı işlenen suçlarla gündemdedir. Vatanlarında, yurtlarında asli unsur olan Filistinlilerin mücadelesi yeterli gelmiyor. Bu, bazen dış dünyadan, çoğu zaman da kendi içlerindeki birtakım sıkıntılardan kaynaklanıyor.

     

    En son 7 Ekim’de Hamas’ın başlattığı roket saldırıları sonucu İsrail’e verdirilen zayiatın zihinlerde bazı şüpheleri uyandırdığını belirtelim. Bu soru işareti, ta en başından beri düşünen, akleden zihinlerde oluştu ve zaman içerisinden böyle düşünenler ne yazık ki haklı çıktı. Bu, tam da “kaz karşısında tavuğun feda edilmesi” türden bir durumdu. İsrail bu saldırılar sonrasında Gazze’yi topyekûn ortadan kaldırmak amacıyla âdeta bir gerekçe üretti. Öldürülen asker ve siviller “vatanın savunulması” için zayiat olsa da uzun soluklu kazanım içinde idiler İsrail yönetiminin düşüncesine göre. Şimdilerde İsrail’in, Gazze’den sonra Refah’a da saldırmaya başladığı gelen bilgiler arasında.

     

    İsrail’in saldırılarına sadece Filistinli silahlı gruplar maruz kalmış değil; bebesinden, çocuğundan, hastalara, kadın ve ihtiyarlara varıncaya kadar bütün Filistin halkı soykırıma tabi tutulmuş vaziyette. Bu da uluslararası mahkeme ile de tescillenmiş durumda. Güney Afrika Cumhuriyeti tarafından Birleşmiş Milletler nezdinde açılan dava ile sabit kılındı. Güney Afrika’nın bu girişimini yürekten alkışlıyorum. Umarım adına İslam ülkeleri denen devletlerin lider ve yöneticileri bundan ders alırlar. Onlar boş sözlerle halkları uyutmaktan öte yaptıkları etkili hiçbir şey yok henüz. Devlet, devlet olarak üzerine düşeni devletler arası ilişkiler düzeyinde bir yaptırıma imza atarak yapmazsa halkın İsrail’e destek veren firmaları boykot etmelerinin çok da bir yararı olmayacaktır. Ülke olarak ticari ilişkilerini askıya alamıyor, devletler nezdinde zulmün, işgalin sonlandırılması konusunda gerekli girişimlerde bulunup nota verilemiyorsa orada Filistin için yapılan hiçbir şey yoktur. Çocuklar, masumlar soykırıma tabi tutulmaya devam edecektir.

     

    Öte yandan dillerde, gönüllerde olan fakat bir türlü eylemlerde olmayan Filistin kadar olsun sahip çıkılamayan, içimizi burkan, yaralayan, yakan bir başka husus vardır ki o da Doğu Türkistanlı Uygur kardeşlerimizin yaşadıkları, maruz kaldıkları soykırımdır. Çin Komünist Partisinin algılarına göre hareket eden İslam Ülkelerinin liderlikleri büyük bir ihanetin içerisindedirler. Öyle ki bu algıya bugün varoluş sebebi Milliyetçilik ve Türkçülük olan ve iktidara destek veren bir siyasi anlayış da teslim olmuş vaziyettedir. 

     

    Bütün despot ve hak hukuk tanımaz idarelerin ortak özelliğidir, kendisi gibi düşünmeyeni terörle itham etmek, teröre destek olmakla suçlamak. Bugün, ÇKP’nin algı ve iddialarıyla Uygur kardeşlerimizi terörist olarak gören “yerli ve milli” anlayışlar da mevcut ne yazık ki!.. Yine aynı anlayışta olanlar bu ülkenin öz evlatlarına karşı da benzer tavır ve davranış içerisindedir, ülkeye verdikleri zararı ölçmek, belirlemek mümkün değildir.

     

    Söylem olarak zalim ve terörist İsrail’e karşıyız. Ama eylemlerimiz, tavır ve davranışlarımız bununla ne kadar uyumlu? Temelde, İsrail’i zayıflatan her girişimin yanında; güçlenmesine sebep olacak her hareketin karşısında tavır takınmamız beklenir, gerekir. Peki biz bu yönde bir tavır takınabiliyor muyuz? İsrail’le hasım olan Suriye’nin iç karışıklıklarla zayıflatılmasında “BOP Siyaseti” gereği bir etkimiz oldu mu, olmadı mı? Şimdi de Gazze’deki Filistin halkının mülteci durumuna düşürülerek Mısır’a göç ettirilmesi söz konusu. Böylece Gazze bütünüyle İsrailli yerleşimcilere kalmış olacak. İsrail’e dur demeyen bir siyasi anlayışın bunda payı olmayacak mı?

     

    Dünyanın neresinde olursa olsun haktan, hukuktan, adaletten, anayasa ve yasalardan uzak, evrensel hak ve özgürlükleri hiçe sayan anlayışlar hiçbir zaman halklarına gerçek anlamda huzur vermemiştir, vermemektedir, vermeyecektir de!.. Mazlum Filistin halkına uygulanan soykırım ile haksız ve hukuksuzca işinden, aşından, yerinden yurdundan, malından mülkünden, özgürlüklerinden etmenin ister Suriye’de, Irak’ta ve Afganistan’da, Doğu Türkistan’da veyahut dünyanın başka yerinde, mesela ülkemizde olmasının bir farkı var mıdır? Zulüm zulümdür, haksızlık haksızlıktır. Bu haksızlığı yapanın kimliği sonucu değiştirmez. Merhum Abdurrahim Karakoç, bunu zamanın 12 Eylül Rejimine karşı söylemişti: “Beni dinle ey kadı/ Bozuldu işin tadı/ Zulümse eğer adı/ Kenan yapsa da aynı/ Yunan yapsa da aynı// Bu gemi böyle gitmez/ Giderse zulüm bitmez/ Kim örnektir fark etmez/ Hasmım olsa da aynı/ Nefsim olsa da aynı” Rahmet olsun.

     

    İnsanın doğup büyüdüğü topraklarında özgür ve güven içerisinde, vatandaşlık haklarını da hukuk ve adalet çerçevesinde kullanamıyorsa orada sebebi ne olursa olsun zulüm vardır. Hakları kimin elden aldığının önemi yok, hakların alınmışlığının, hukuk ve adaletin yok edilmiş olmasının gerçekliği vardır. Dünyayı, ülkeleri, ülkemizi “acılar yurdu” olmaktan kurtarmak ve güven, emniyet ve huzur içinde yaşanılabilir kılmak, Üstat Mehmet Akif’in “Uyan” şiirinde bahsettiği hususlarda bir uyanışa geçmek ile mümkündür:

     

    “Baksana kim boynu bükük ağlayan?/ Hakk-ı hayâtın senin ey Müslüman!/ Kurtar o bîçâreyi Allâh için,/ Artık ölüm uykularından uyan!// Bunca zamandır uyudun, kanmadın;/ Çekmediğin kalmadı, uslanmadın./ Çiğnediler yurdunu baştan başa,/ Sen yine bir kerre kımıldanmadın!”

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.