Bir film karesi düşünün: Birilerini eşkıyalar, zalimler ateşe atmış, yakıyorlar. Çevreyi saran insanlar da alkışlarla tempo tutuyorlar ve gecenin karanlığını yanan kişinin ateşi aydınlatıyor. Çevredeki insanların onu ateşe atanlara karşı herhangi bir engelleme girişiminde bulundukları yok. Aksine çevrelerini o ateşle aydınlattıkları için hayatlarından da gayet memnunlar. Hatta o ateşte yanan insanın çevresinde dans edip eğleniyorlar!..
***
Başka bir karede ise ateşlere salındığı için o ateşte yanan bir ev; evdeki yangının alevleri ise göklere uzanıyor kıvrım kıvrım. İçerisinden bebeklerin, çocukların, anne babanın, dede ninenin canhıraş sesleri geliyor. Bebeğin, engelli çocuğun, hasta ve yaşlı ninenin kendi başına alevlerin arasından çıkıp kendini kurtarmasına imkân yok. Evi ateşe verenler köyün, mahallenin en güçlü sülalelerine mensup. İçerisindeki aile fertleriyle birlikte yanmakta olan evin çevresinde insanlar toplanmış. Vakit gecenin en koyu karanlık vakti. Çevredeki insanlar, evi ateşe verenlere, içerisindeki insanları diri diri yakma girişiminde bulunanlara karşı herhangi bir söz söyleme, onların suç işlediklerini söyleme gibi bir hâlleri yok, söyledikleri de yok zaten. Bilakis, durumdan memnunlar ki yanmakta olan ev onlar için birer meşale/maşıla gibi meydan eğlencesi mesabesinde, ateşin, yanmakta olan evin çevresinde dans edip eğleniyorlar. Evdekilerin telaşlı feryatları, figanları, acılı çığlıkları ateş dansında eğlenenlerin saz ve sözünün, kahkaha seslerinin içinde boğulup gidiyor. O yangında bebekler, çocuklar, hasta olan ve hareket etme imkânı olmayan yaşlılar, yine hareket kabiliyetinden mahrum engelli ferler kâh dumandan kâh ateşin yakıp kavurucu sıcağında can verip gidiyorlar. Geriye yanmış bedenler, kömürleşmiş cesetler kalmış.
***
Bu karelerin her bireri belki bir film sahnesi ama insanlığın bittiği bir film sahnesi. Gerçekte ateş dansı için şöyle bir bilgi var, onu paylaşayım: “Ateş, dansın özgür ruhuyla kendi mistik ruhunu birleştirip insanoğlunun bedeninde görsel bir şölene dönüşüyor. Ateşli poi ve staff (kadro) dansçıları, alevbaz ve jonglörümüzün (belirli bir sayıdaki nesneyi havaya atıp tutan, bu esnada en az bir adet nesnenin seyahat halinde olmasını sağlayan sirk veya sahne sanatçısı) temaya uygun dans enstrümanları ve kostümleriyle eşsiz ve ilgi çekici bir gösteri sergilemektedirler.” Görsel ve gösterilerden, anlatım ve betimlemelerden anlıyoruz ki ateş dansı, ateşi en yakınına, eline, üzerine alarak yapılan bir dans çeşidi.
“Ateş Dansı”, senaryosunu Nuran Devres’in yazdığı, Oğuz Yalçın ve Dilek Gökçin’in yönettiği, macera, dram, gerilim türlerini kapsayan, 1998 yılı yapımı bir dizi film.
“Ateş Dansı”, aynı zamanda, bir buçuk sene önce ebedi âleme yolcu ettiğimiz, üstat Sezai Karakoç’un şiir kitaplarının sekizinci kitabının adı. Elimdeki nüsha, 1987 yılı basımı. Üniversitede okurken Erzurum’daki bir kitabevinden almışım. Üzerinden 34 yıl gibi yarım asra yakın bir zaman dilimi geçmiş!..
“Ateş Dansı” üç ayrı şiirin adı aynı zamanda. Kitapta bu üç şiirin dışında Şair, Bal, Konuk, Gazel, Şehirlerim, İstanbul’un Hazan Gazeli, Kızkulesi’ne Gazel, Diriliş, Yorum, Kuş, Ninni Şiirleri yer alıyor. Bunlara ilaveten kitabın sonunda Şairlere ve Şiire Dair Dörtlükler yer alıyor.
Üstat Karakoç’un “Ateş Dansı I” şiirinde, dans eden bir kadın, ateşe düşmesine rağmen dansına devam eder, kendini danstan ayıramaz. Nedir kendini bu kadar dansa verdiren; dünya mı, makam mı, şöhret ü şan mı? “Ateşe düştüğünü gördüm kadının/ Dans edişini durduramamıştı yine de/ Sularla titreyen sabah rüzgârı iğneleriyle/ Parlayıp parlayıp sönüyordu tükenen bir mum gibi/Bahar iplikçikleriyle dokunmuş giysileri”
Kendini dansın cezbesine kaptıran kadının ateşli dansı çevredekilerin ilgisini o kadar çeker ki şaire de bu şiiri yazdırır. Ama bir de dansçının durumuna bakalım, şair nasıl tasvir eylemiş, onu görelim: “Soluğu alevdi, kızgın kum çığıydı sesi/ Sonbahar kızıllığıyla elleri tutuşturuyordu göğü/ Cennet kentinden cehennem kentine atılmış köprü/ İdi vücudunu saran bir ebemkuşağı kefeni/ Durduramamıştı yine de dans edişini”
Şair müşahede yani gözlere hükmeden âlemden bir başka âleme, ruhlara geçiş yapar. Orada meydana gelen, meydana gelmesi asla ve kata engellenemeyen kırılmalardan, depremlerden bahseder: “Ne harf ne söz ne yazı ne işaret/ Ne büyü ne afsun ne üfleyiş sanatı/ Ruhu katrandan damıtılmış o sıcak/ Dağların dibinden gelen depremi durduramazdı/ Deprem, kollarında bir kuş, berrak ve ak”
“Ateş Dansı I” şiiri bana bambaşka çağrışımlar sunuyor. Helal haram demeden, kul hakkı nedir bilmeden, zulüm var mı yok mu düşünmeden “Rabbena, hep bana” anlayışı ile sırf dünya merkezli yaşayan, garip gurebanın, masumun, mazlumun derdine ortak olmayan, onu dikkate almayan, ezilenlere sahip çıkmadığı gibi bir tekme de ben vurayım anlayışı ile hareket eden, dünyalık, makam, mevki, para ve güç sarhoşu kimselerin Büyük Mahkeme karşısındaki durumlarını yansıtıyor.
En başta yansıtmaya çalıştığım iki tablo ile “Ateş Dansı” şiirinde anlatılanları birlikte ve iki dünya bağlamında düşünelim!.. Bu bağlamda şair Şükrü Erbaş’a baştaki tablo ile birlikte kulak verelim: “Canı cehenneme rahat uyuyanın/ Kapısını örtenin perdesini çekenin/ Yüreği yalnız kendiyle dolu olanın/ Duvarları ancak çarpınca görenin/ Canı cehenneme başkasının yangınıyla/ Evini ısıtıp yemeğini pişirenin.// Bahçesine dek gelen alevleri/ Şehrayin sanan aptalın/ Canı cehenneme, camlarında/ Parçalanmış cesetler uçarken/ Bir iğdiş incelikle çiçekleri sulayanın.” Veyl olsun onlara ki onlar kendilerine yazık etmişlerdir zaten!..
Bir tarafta haksız ve hukuksuz bir şekilde bütün insani hak ve özgürlükleri, imkânları elinden alınmış masum ve mağdurlar, diğer yanda yanıp yanıp tekrar canlanan bir ateşte olduğunu bilmeden kendini ateşe bile isteye atan, zalime, zulme çanak tutan, zalimleri ve gaddarları alkışlayanlar, besmelelerle kul hakkını yiyenler diğer tarafta. Ateşe atılarak yakılanlar, belki üç günlük dünyalarını ve dünyalıklarını kaybettiler, ama haklarını bu dünyada da öbür dünyada da alacaklar, diğerlerine göre kayıpları çok az, ebedi kazançları fazla. Masumları ateşe atıp yakanlar, cennet-misal hayatlarını dar edenler ve onların cezbeye kaptırmış alkışçıları zahiren dünyaya ve dünyalıkların sahibi oldular, ama mağdurun ve mazlumun kayıplarını telafi edip helalleşmezlerse ebedi hayatlarını kaybettiler demektir. Çünkü kul hakkı, kullar arasında görülen bir meseledir, Yüce Yaratıcı bunu kullarına bırakmıştır.
Yanan tarafta mı olmak, yakanların tarafında mı olmak? Bunlar, kalp ve vicdan sahipleri için cevabı kolay bir soru olmasa gerek!.. Her neyse, böyle sahneler bizim toplumumuzda olur mu, yaşanır mı? Hüsnüzan besleyerek yaşanmaz diyelim fakat!.. Bilhassa son yedi yıldır yaşanan, insanları dünyevi ve uhrevi ateşlere düşüren olayların neler olduğunu hâlâ çözememiş ve görememişse bir toplum, şimdilerde zaten en büyük belayı, düşüncesizlik ve haksızlığa, hukuksuzluğa taraftar olma, zulmü alkışlama belasını başına almış, dünya ve ahirette duçar olacağı, gireceği ateşin dansını icra etmekle meşguldür. Ne diyelim!..
Ateşlere atılarak hayatları altüst edilerek dünyaları yakılanlar, karartılanlar da bir Anka kuşu gibi küllerinden yeniden var olacak, ülkemiz de güzel günlere ve güzelliklere yol alacaktır. “Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir.” (Said Nursi) düsturu gereği Hakkın hatırını yüce tutup nice güzelliklere yol almaya çalışmak gönlü güzel insanların yapacağı iştir. Onların gayeleri öldürmek, yok etmek, ortadan kaldırmak değil, bu dünyada olduğu gibi ölüm ötesinde de dirilişi, ebedi dirilişi inşa etmektir. O hâlde dile gelsin kalem:
“Yeniden başlamak yazma sanatına
Kat kat olup açılmak gök katına
…
Merhameti ruhun en iç musiki yapmak
Ve ölümü çevirmek diriliş hayatına” (Diriliş, S. Karakoç)