Kitaplar; yıllar, asırlar, bin yıllar öncesindeki öğretmenlerimizin bize dersler verdiği, bilgiler aktardığı eğitim öğretim ortamlarıdır. Onların yazıyla kâğıtlara mühür hâlinde vurdukları bilgi, görgü, duygu ve tecrübelerini biz bugün asırlar, bin yıllar sonrasında âdeta onarla konuşurcasına, onlarla sohbet edercesine o bilgileri öğrenmekteyiz. Onun için hep söylerim: Kitaplar hâldeki okurlara öğretmenlik yapmak olduğu gibi kaybolmadığı sürece kıyamete kadar gelecek nesillere, insanlara bilgi, görgü, hâl ve duyuşların emanet edildiği mecralardır.
Kitaplar, yeni ve farklı birer âlemdir, âlemlerdir; okur, kitapların sayfalarında satırlarında dolaşırken aynı zamanda o farklı âlemin coğrafyasında bir geziye çıkar. Yaşamakta olduğu dünyadan farklı olarak o dünyada var olan güzellikleri, aykırılıkları, iyilikleri, kötülükleri, vefayı, vefasızlığı, kıymeti, nankörlüğü vb. birçok değeri ve değersizliği görür, idrak eder. Kitaplardaki âlem, bir bakıma yaşamakta olduğumuz âleme paralel bir dünyadır.
Gelişen teknolojiyle birlikte kitabın özelliği, biçimi, durumu değişse de kıymetinde bir değişiklik söz konusu değildir. Değişiklik sadece formatlarda, biçimlerdedir. Dijital veya sanal ortamda saklanan bilgiler ile elbette fiziki olarak kâğıt üstüne aktarılarak iki kapak arasına alınmış bilgilerin geleceğe kalma yönü bir değildir. Her iki kitap biçiminin geleceğe kalma/kalmama bakımından riskleri vardır: Fiziki olarak ortaya konan kitaplar yangınlarda, su baskınlarında zarar görme ihtimali vardır. Aynı şekilde dijital mecralarda farklı biçimlerde (format) var olan kitapların da çeşitli virüsler sebebiyle zarar görme, ortadan kaybolması ihtimali söz konusudur. Her iki biçim için de dikkatli olmak, itina ile muhafaza etmek en başta gelen görevlerimizdir. Her iki format açısından kayıpların en tehlikelisi, insanların kitaplardan uzaklaşmasıdır, insanın yolunun kitaplarla kesişemez oluşudur.
Her zaman ve zeminde kitaplarla haşir neşir olmayı bir zevk ve alışkanlık hatta fıtratının bir parçası bilen biri olarak aldığım bütün kitapların tamamını henüz okuyamamış olsam da -okunma vakitlerini bekliyorlar- onlarla bir arada bulunmanın, birlikte zaman geçirmenin hazzı bana başka başka gelir. Öyle ki mekân-imkân ilişkisine kurban gitmesine hep üzülmüşümdür bu zaman zarfında. Nedir o üzüldüğüm nokta?
Toplumda her insan, temelde saygıdeğer birer fert olduğu gibi kitaplığıma aldığım her bir kitap da saygıdeğer ve her an göz önünde durmaya hak eden bir kıymeti hazidir. Ama bağlamımız itibariyle ikinci kısımda yer alan, yani kitaplarımın hepsi raflardadır ama rafların yeteri derecede olmaması sebebiyle kitaplarımı ikili sıralar hâlinde yerleştirme durumunda kalmışımdır. İşte bundan dolayı istediğim zamanda istediğim kitabı arayıp ona ulaşma gayretim zaman zaman akamete uğramış, aradığım kitabı kitaplığımda olduğu hâlde bulamamışımdır.
Kitaplardan kitabevlerine bir geçiş yapmak için uzun sayılabilecek bu girişle başladım. Şimdi anılara yolculuk yapmanın tam da vakti… Anılar ki geçmişi hâle bağlayıp hâlden geleceğe bize eşlik eden tecrübelerimizdir.
İlkokuldayken kendi yaşıma uygun okuyabileceğim kendime mahsus kitaplarım hiç olmadı. Ama evimizde birkaç ilahiler, kasideler içeren kitabın yanı sıra İrşad adında bir kitap vardı. Öyle ki üçüncü sınıfta ders kitaplarımız bile olmadığı için yapmadığımız ödevlerimiz sebebiyle odunla sıra dayağına çekilmiş, ardından sınıfta türkü eşliğinde oynamaya zorlanmıştık.
İlkokulda ikinci sınıftayken hastalanmış, ses kısıklığına maruz kalmıştım. O günlerde mi elimize geçmişti yoksa eskiden mi vardı bilemiyorum ama Şifa Dünyası adında, cep kitabı değilse de küçük ebatta -belki de B6- tam bilemiyorum, bir kitap vardı. Bugün için “alternatif tıp” tabir edilen, hangi bitkilerin hangi hastalıklara iyi geldiğine dair bilgileri içeren bir kitaptı bu. Orada, “ses kısıklığına, havucun haşlanarak ve cevizin ezilerek toz şekerle karıştırılıp yenmesi ile şifa bulunacağı” yazıyordu. Tarife uyarak o karışımı yapıp yedim, Allah’ın izniyle şifa buldum, bir daha ses kısıklığı yaşamadım. Bu da bana, kitapların maddi manevi hastalıklara çareler ortaya koyabileceği gizli mesajını da vermiş oluyordu.
İlkokul sonrasında okumaya karar verdiğimde ortaokul, lise ve üniversite şeklinde örgün eğitimin varlığından haberim yoktu. Bir sene, devletin Kur’an kursuna devam ettim; orada öğrendim bundan sonra okuyacağım, okuduğum örgün eğitim kurumlarının varlığını.
Ortaokul ve liseyi Denizli’de, Denizli İmam-Hatip Lisesinde okudum. Bu sürede zaman zaman okul kütüphanesinde kitaplarla haşır neşir oldum. Zaman zaman şehirdeki bazı kitabevlerinin müdavimleri arasında bulunmanın mutluluğunu yaşadım. Bu bağlamda okuma hayatıma, kitaplarla birlikte yaptığım okuma yolculuklarıma çıkmamda üç kitabevinin adını anmadan geçmek olmaz. Bunların ikisi, Akabe ve Dârulerkam kitabevleri, otogarın yanından Kayalık Caddesi’ne doğru çıkan caddenin otogara yakın kısmında hemen hemen karşılıklı sayılabilecek şekilde sağlı sollu konumda bir yerdeydi.
Akabe kitabevinde, lisenin son sınıfında okumakta olan Ali Rıza Ersan, Erdoğan Er ve Osman Örnek gibi “abiler” dururdu. Onlarla oturur, konuşur, muhabbet ederdik. Onların fikirlerinden de istifade ederdik. Yıllar yılı kovaladı, mesafeler girdi araya, onları görmek, onlarla görüşmek bir daha nasip olmadı. İlk dönem okuma kitaplarımı -kütüphanelerin dışında- Akabe’den temin etmişimdir.
Bir diğer kitabevi olan Dârulerkam’da ise M. Dündar diye bir abimiz vardı. Normal alışverişin dışında çok konuşmazdı. Nadir de olsa konuştuğunda ise ilmi derinliğini belli eden, bilgisini konuşturan bir büyüğümüzdü.
Gerek Akabe’de gerekse Dârülerkam’da kitapları dokunarak inceleyebilme, içindeki bölümlere, yazılara göz atabilme imkânına sahiptik. Bu az da olsa, kısa kısa da olsa küçük küçük bilgilenmelere, kültürlenmelere zemin teşkil ediyordu.
Lise yıllarımın hayırla yâd ettiğim bir başka kitabevi de o zamanlar Lise Caddesi üzerinde olan Kültür Sarayı idi. Kültür Sarayı’nın kültür ve edebiyat dünyamda ayrı bir yeri vardır. Onu ayrıcalıklı kılan hem mekânı hem de mekânın sahipleriydi. Mekân olarak ayrı bir öneme sahipti, çünkü orada bir kütüphane gibi ödev yapma, oturup kitap okuma imkânına sahiptik. Bugünkü “kitap kafe”lerin âdeta çekirdeği mahiyetindeydi. Elbette bugünkü “kitap kafe”ler kadar lüks ve şatafatlı değildi; “kafe”si, kitabevinin kitap raflarıyla bölünmüş arka kısmına konulan masalardan ibaretti. Bir de olmazsa olmazlardan çayı vardı. Bir de kulübümüz vardı; “Kültür Sarayı Kitap Kulübü” basitçe de olsa üyelik kartı vardı. O kartla kitabevinin arka kısmında okuma kitaplarımızı; roman, hikâye, şiir vb. okuyor, varsa ödevlerimizi yapıyorduk. Bu güzel ortamı hazırlayan ise kendisi ve yüreği güzel insan iki insandı.
Hem yaptığı işleriyle hem de isimleriyle müsemma olan o güzel insanlardan birinin de adı Mehmet abimiz -Allah selamet versin- (ki onun mezun olduğu üniversiteyi ve fakülteyi kazanmıştım. Sadece bölümlerimiz farklıydı; o, Fars dili mezunuydu), diğerinin adı ise daha sonra o mesleği hep devam ettirecek olan yirmi yıl önce vefat eden Salih Zeki abimizdi, Allah rahmet eylesin, mekânı cennet, makamı âli olsun inşallah.
Kitapçı Salih Zeki abiye -şimdiki gibi dershaneler, kurs merkezleri çok yaygın olmadığından- üniversite tercih listemi gösterdim, fikrini almak istedim. O zaman da iki aşamalı bir sınav vardı: ÖSS ve ÖYS. ÖSS’de yanılmıyorsam o zamanın hesaplamalarına göre 115 civarında bir puan almıştım. Buna göre tercihlerimi yaklaşık olarak yapmam gerekiyordu, yaklaşık diyorum çünkü o zamanlar, tercih listemizi ÖYS’ye girmeden yetkililere veriyorduk. Şimdi sınavdan sonra veriliyor, doğrusu da bu zaten.
Yazıyı daha fazla uzatmadan burada keseyim. Haftaya bu konuya devam edeceğim…