Doksanlı yıllardan beri tekrar tekrar dinlediğim, sözleri Şair Abdurrahman Karakoç’a, bestesi özgün müzikte milliyetçi muhafazakâr kesimin önde isimlerinden Hasan Sağındık’a ait güzel bir eser var: Seni Aradım. Eser, daha sonra Musa Eroğlu tarafından biraz daha farklı makamda bestelendi; Musa Eroğlu, İbrahim Tatlıses, Sevcan Orhan, Elif Buse Doğan ve Nuray Hafiftaş gibi halk arasında dinlenirliği yüksek sanatçılar tarafından seslendirildi. O eserin ilk dörtlüğü şöyledir:
“Omzumda sevda yükü
Yollarda seni aradım
Beste beste türkü türkü
Tellerde seni aradım.”
Aramak çok önemli. İyiyi, güzeli, hakkını hukukunu, hakkı hakikati aramak… Bu, aynı zamanda üzerimize yüklenen bir vazife ve çok önemli sorumluluktur. Aramadan bulmak ne mümkün!.. Bayezid-i Bestami’nin “büyüklerin sözü, sözlerin büyüğü” niteliğindeharika bir sözü vardır:“Hakikat aramakla bulunmaz ancak bulanlar hep arayanlardır.”
Hakkını, nasibini arayacaksın. Arama işini yaparken arama şartlarını tastamam yerine getireceksin. On adım atılması gerekiyorsa yedi adım atıp da bulamadım deyip caymayacaksın. Böyle yaparsan hem kendine hem de başkasına zarar vermiş, başkalarının ümidini kırmış olursun. Ümitvar olma ve aradığını bulma mevzusunda köylü bir çiftçi gibi sabırlı yahut farenin deliğinin önünde pür dikkat bekleyen bir kedi gibi uyanık; daima ümitli ve her an için atak yapabilecek kudrette güçlü bir bilince sahip olacaksın. Çiftçiher daim ümitçizgisi içerisinde hayat sürer, nitekim“Çiftçinin karnını yarmışlar, kırk tane gelecek yıl çıkmış.”derler ki doğrudur.Bu, aynı zamanda kişinin umduğunu er ya da geç bir gün kavuşacağına olan inancının bir zaferidir. “Ben Köylüyüm” adlı şiirim “Ümitlerim hep yarınlaradır/ Yine de şükrederim/ Topladığım mahsule/ Kanaatim tamdır, açgözlülerse/ Onu hiç tanımam” diyerek başlar ve bu şiirimde ümitli, kanaatkâr ve şükreden bir kişilik olmayı istediğimi belirttim.
Birlik ve beraberliğin somutlaşmış hâli olan toplumu ifsat edip bozan, yaralayan, birliğinden doğan gücü kırıp parçalayanaç gözler, ikiyüzlüler ve menfaatperestler, heva ve hevesini ilah ilan edinip ona tapanlar, her dem hevalarının boyunduruğu altında kaldıkları için dünyanın bütün yükünü çekmeye, sanki ebediyen dünyada yaşayacakmış gibi onu elde etmeye çalışırlar… Ah, ah… Onlar, dünyadan, dünyamenfaatlerinden başka neyi görür, neyi tanırlar ki!... Onların bu doyma bilmezlikleri, başkalarının hakkını, hukukunu gasp etmeye meyillerini artırmış ve nice ocakların sönmesine, gençlerin, civanların intihar etmesine sebep olmuşlardır. Onlar, türlü oyunlarla masumların zindanlarda çürümesine varacak cürümlerin içerisinde yer almışlardır. Gerçek hukuk ve adalet olsa onların yatacak yerleri yoktur.
Bir de kendisini gurbette bir yolcu olarak görenler vardır. Kendini dünyanın mihneti ve külfetinin altında bulsa bile onlar bilir ki dünya fanidir, geçicidir; bu mihnet ve külfet de geçicidir. Böylelikle omuzlardaki yükler de geçicidir. Üstelik, bu dünya sürecini güzelce sabrederek tamamlarsa kendini ve bütün varlık âlemini yaratan Allah’ın kendileri için ebedî hayatın konforunu artıracağını; sonsuz, âlâ hediyeler takdim edeceğini bilir. Bilir ama Rabbine yalvarmayı da asla ihmal etmezler:“Allah’ım bu dünyada da ahirette de bize iyilik ver. Kaldıramayacağımız yükü, cılız omuzlarımıza yükleme!”
Rabbimiz en hayati konularda, biz kullarına merhametinin bir gereği olarak bize yol gösterir, nasıl dua edeceğimizi de bize bildirir. İki Cihan Peygamberi’ne Miraç’ta hediye edilenlerden, “Âmenarrasülü” olarak bilinen, Bakara Suresinin son iki ayetibizene güzel örnektir. O son ayette yüce Mevlâmız, Allah’ın hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmayacağını; lehinde olanın da kendi kazandığı olacağını, aleyhinde olanın da kendi kazandığı olacağını bildirdikten sonra şöyle yalvarmamız gerektiğini bize bildirir:“Rabbimiz! Unutur veya yanılırsak bizi cezalandırma! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme! Üstesinden gelemeyeceğimiz şeyleri boynumuza borç kılma! Bizi bağışla, ayıplarımızı ört ve bize rahmetinle muamele buyur! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın; artık inkârcı topluluğa karşı bize yardım et!” (Bakara, 286)
Dünyada pek çok yük var üzerimizde; bunların bazısını isteyerek bazısını da istemeyerek almışızdır. İstemeyerek aldıklarımız başkalarının üzerimize yüklediği; haksız ve hukuksuz biçimde işinden aşından, hak ve özgürlüklerinden edilerek türlü iftira ve töhmetlere maruz kalma yüküdür ki bu iftira yükü, insanı hem bedenen hem de ruhen çökertir. Bu bizim kaldırmakta çok zorlanacağımız yüklerdendir. Bir de bile isteye aldığımız yükler, sorumluluklar vardır ki onlar bizim yükümüz olsa da bizim için bir yük değildir, bize ağır gelmez onlar. Bu konuda bir arkadaşımın paylaşımını buraya alayım: “Bile isteye, iradî olarak alınan yük bedene ağır gelmez ancak omza başkalarınca, irade dışı, zulmen yüklenen türlü eracifi kölelik şartlarında taşımaya zorlanmak hem bedeni hem ruhu yıpratır, yıpratmıştır da!.. Her türlü kötülük karması iftira ve eracif yükünden azade kılarak huzura, sükûnete, selamete erdiren Allah'a hamdolsun!”
Evet, masum olmanın dayanılmaz hafifliği ve rahatlığı olsa da iftira ve haksızlık altında yaşamak elbette sürdürülebilir bir hâl değildir. Bu dünyada haksızlığa ve hukuksuzluğa maruz kaldığımızda beşerin ihdas ettiği mahkemelerde hakkını alamayanlar, alma imkânına eremeyenler için ebedi âlemde kurulacak o Büyük Mahkeme’de hiç kimseye haksızlık yapılmayacak ve herkes hakkını alacaktır. Allah her şeyi görür, işitir, bilir ve her şeye kâdirdir! "Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!" (Âl-i İmrân, 173)
İnsan, zaman zaman, bu dünyanın dert ve sıkıntılarından bunalır,onların bu dünyanın bir gerçeği olduğunu, bu mihnetinin de geçici olduğunu bilir ve bu bilinci sayesinde hayata tutunma enerjisini yitirmez. Hatta buna rağmen yaşama isteği ağır basar ve Cahit Sıtkı Tarancı gibi “Ve gönül Tanrısına der ki:/- Pervam yok verdiğin elemden; /Her mihnet kabulüm, yeter ki/ Gün eksilmesin penceremden!” diyerek yaşamaya devam etmek ister.
Hakikatin, gerçeğin ortaya çıkarılmasında sorumluluk sahibi olmamız gerekir. Nitekim Nazım Hikmet’in dillere pelesenk olan, “Kerem Gibi” şiirinden bir bölümü kayda geçelim: “Sen yanmazsan, / Ben yanmazsam, / Biz yanmazsak, / Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.." Evet, her şey bu sorunun olumlu olarak cevaplanmasında, meselenin iyi idrak edilmesinde saklı.
Ziya Osman Saba ise “Ahret” adlı şiirinde bu dünyadan ebediyete göç etme anında, fani dünyaya ait olanların geride kalmasını omuzdan yük atma hafifliği olarak görür: “Bir yükü atmış gibi içimde bir hafiflik,/ Oraya geçmek için aşacağım bir eşik,/ Bir lâhza tutacağım bana uzanan eli.// Bir el gözlerimdeki perdeyi sıyıracak./ Onları bulacağım... Ve annem şaşıracak:/ "Oğlum! Ne kadar da büyümüş ben görmeyeli.”
Sonuç olarak bu dünyaya gelişimizle Yüce Yaratıcının imtihan için bizlere yüklediği kutsal yüklergibi, bile isteye uhdemize aldığımız maddi ve manevi yükler de ağır gelmez. Şu üç günlük dünyada insanlığa hizmet etmek ve insanca, sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşamak istiyoruz. Bu hakkımızı kim elimizden almışsa onun hesabını sormaktan da asla geri duracak değiliz. Hesap mı; zülcenaheyndir, yani hem burada hem ebedi âlemde. Korkmak ve korku; zulmedenlere, zalimlere mahsustur, masumlara değil. Masumların yardımcısı Allah’tır.
“Kork o mahkemeden ki hâkimin kendisi şahittir.” (İmam Caferi Sadık)