{NUTİZM VE NUTİSTLER-33}
EYYÜHEL EVLÂD! (EY ÇOCUKLARIM!) Kimse kimseyi kandırmasın lütfen. Kendinizi de kandırmayın. Beni zaten kandıramazsınız. Ben devekuşu değilim. Kendimi kandırmaya kalkışmıyorum ve başkalarını kandırmak gibi bir niyetim de yok. Sizler, ayaklarınızı yere ister basın ister basmayın. Fakat ben ayaklarımı yere basmakta ısrarcıyım. Örneğin ben, mangal ateşinde, yağları damlaya damlaya, dumanı tüte tüte pişirilen balığın o güzelim kokusuna dayanamıyorum. Canım çekiyor, ağzım sulanıyor. Hele o balık, şöyle tam yağlı mevsiminde lüfer veya levrek ise... İşte ayaklarımı yere bastım ve fıtratımdaki bu ilgiyi, bu eğilimi korkmadan ifade ettim. Evet, gidip birilerinin pişirdikleri balığa saldırmadım ama bende ızgarada pişirilen balıklara karşı böyle fıtrî bir eğilim varken, bunu inkâr edemem ve başımı kuma gömemem. Haklı olup olmadığım, bu dünyada değilse bile âhirette çıkacaktır ortaya, hepimiz de göreceğiz. Tekrar itiraf ediyorum: “Mangalda pişirilen lüfer balığının kokusu da baş döndürücüydü.”
Mühendis Refik’in de aklından şöyle bir düşüncenin geçtiğinden eminim: “Kadının vücudu gerçekten güzeldi yani. Daracık beyaz pantolonu giymekle de tahrik ediciliği tavan yapmıştı.”
Fıtratı anlamaktan, insan fıtratıyla ilgili gerçekleri okumaktan korkuyorsunuz. Daha doğrusu görüp durduğunuz gerçekleri kabullenmekten ve itiraf etmekten çekiniyorsunuz. Gûya kendinizi temize çıkarmaya çalışıyorsunuz böylece. Enayilik ediyorsunuz; çekinmeyin! Türlü hikmetlere binâen ve özellikle de imtihan için fıtratınıza konulmuş olumlu ve olumsuz cevherlerin varlığını kabulden korkmayın. Kabul edenleri de “Ne kötü niyetli adamsın...” diye suçlamayın. Mangaldaki lüfer balığının çıkardığı kokudan etkilendiğim için bana; “Ne boğazına düşkün adamsın!” demeyin. Beyaz pantolonlu kadına karşı gönlünde bir cinsel ilgi ve istek uyandı diye de Mühendis Refik’e; “Aklın fikrin cinsellikte, diğer erkekler senin gibi değiller. Ayıp sana...” demeyin. Kendi fıtratlarınıza takılmış bulunan aynı veya benzer şeylerin üstüne kül atmaya da çalışmayın. Haydi, korkmayın, kendinizle ilgili böyle doğal gerçeklerin var olduğunu itiraf edin. Zaten aksini iddia etmek inandırıcı olmaz ki! Fıtratın, fıtrata takılmış eğilimlerin varlığı bir suç değil ki bunların varlığını kabul edenler suçlu sayılsın! Fıtratınıza takılmış olan eksilerden, onların varlığından sorumlu değilsiniz ki! Belki tam tersine, fıtratınızdaki artıların hesabını vermeniz daha çetin olacaktır. İnsan, “cinayet işleyebileceği gerçeği”nin varlığından korkar mı? Böyle bir potansiyelinin bulunmasından utanır, sıkılır mı? Cinayeti işlemedikçe sana kimse kaatil diyemez, kaatil muamelesi yapamaz ki. Tersine, o potansiyelin fıtratınızda bulunması, kullanmadığınız sürece size puan kazandırmaktadır. Kaldı ki olumsuzlukların tuzağına düşmemeniz için yine fıtratınıza konulmuş dost güçler, yardımcı rehberler vardır. Sizin yaratılışınızdaki sır budur, meleklerle aranızdaki en büyük fark budur. Siz melek değilsiniz. Melek olmadığınız için utanmayın, eksiklenmeyin. Siz, meleklerden çok daha üst makamlara, katmanlara ulaşma şansıyla yaratılmış insan’sınız. Asıl şundan; fıtratınıza imtihan için takılmış gerçekleri görmemekten, görmek istememekten korkun. Çünkü o takdirde fıtratınızın muktezası olan kötülüklere karşı tedbir alamazsınız, onlara yenik düşer, imtihanı kaybedersiniz.
Evet, insan fıtratını doğru okumak, doğru anlamak, fıtrat gerçeğini kabullenmek... ve ona göre hareket etmek imtihanıyla karşı karşıyasınız. Asıl korkulacak şey; fıtratımıza takılmış zaaflara, eğilimlere yenik düşmek, onların oyuncağı olmaktır. Yenik düşmemek için düşmanın varlığını kabul etmek ve düşmanın özelliklerini bilmek, hesaba katmak gerekir. İyi’nin, doğru’nun, güzel’in, çirkin’in, yanlış’ın, kötü’nün tanımlarını yaparken fıtratı hesaba katmalısınız. Eğitimin rotasını ve hudutlarını belirlerken fıtratı hesaba katmalısınız. Hukuk rükünlerini belirlerken ve uygularken fıtratı hesaba katmalısınız. İnsan ilişkilerini düzenlerken fıtratı hesaba katmalısınız. Fıtratı en doğru okuyanın da Fâtır-ı hakîm olduğunu peşinen kabullenmelisiniz. Ve O’nun yasaklarına, izinlerine, emirlerine kulak vermelisiniz. Ancak o zaman gerekliyi, gereksizi, yararlıyı yararsızı birbirinden ayırabilir; mutluluğa, huzura, güvene erişebilirsiniz. Aksi takdirde hem bireysel hem toplumsal hayatınız felç olur hem de insan olmanın izzetini, onurunu yitirirsiniz. Bugün maalesef o durumdayız.
İnsan fıtratında, örneğin bir cinsellik zaafı vardır. Kabul etseniz de etmeseniz de bu gerçeğin varlığı değişmez. Bu gerçeği bilmeniz ve fikrinizi, yaşantınızı, toplumsal düzenlemeleri buna göre ayarlamanız gerekmektedir. Devekuşu rolü oynamakla ya da Erzurumlunun dediği gibi, yalandan eşek olmakla paçanızı kurtaramazsınız. Risale-i Nur’dan takdim-tehirli bir pasaj vereceğim. Metni anlamaya çalışın ve orada geçen FITRAT kelimelerine dikkat edin lütfen:
{{{... âyeti, tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe ise Kur’an’ın bu hükmüne karşı muhalif gidiyor. Tesettürü fıtrîgörmüyor “Bir esarettir.” diyor.
Elcevap: Kur’an-ı Hakîm’in bu hükmü tam fıtrî olduğuna ve muhalifi gayr-ı fıtrî olduğuna delâlet eden çok hikmetlerinden yalnız dört hikmetini beyan ederiz...}}}
{{{Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve seriü’t-teessür olduğundan maddeten tesiri tecrübe edilen belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır.}}}
TEFAHHUŞ ve TEFESSÜH kelimelerinin anlamlarını bilmeyenler, araştırsınlar lütfen. Pis nazarlardan hangi kadınlar sıkılırmış? Fıtratı bozulmamış kadınlar. Ya fıtratı bozulan kadınlar? Demek ki fıtratı bilmek, eğitimi ve davranışları ona göre ayarlamak, İNSANCA imiş değil mi efendim!
{{{Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimi bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık; o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki kocasından daha güzeli görmediğinden kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimi muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki:
İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehvanî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle nefsî, şehvanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat mesela, açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından hayvanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!}}}
Yani, (ister erkek, ister kadın) insanda, nâmahremlere karşı potansiyel bir şehvanî his bulunması, fıtratın muktezasıymış. Ve tedbir alınmazsa, “tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniye” şeklinde tezahür edebilirmiş. Değil mi efendim? Özellikle sıcak iklimli coğrafyalarda yaşayanlar için tehlike daha büyükmüş: {{{Hem memalik-i bâride olan Avrupa’daki tabiatlar (fıtratlar), o memleket gibi bârid ve camiddirler. Bu Asya, yani âlem-i İslâm kıtası, ona nisbeten memalik-i harredir. Malûmdur ki muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O bârid memlekette, soğuk insanlarda hevesat-ı hayvaniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık saçıklık, belki çok sû-i istimalata ve israfata medar olmaz. Fakat seriü’t-teessür ve hassas olan memalik-i harredeki insanların hevesat-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık saçıklık, elbette çok sû-i istimalata ve israfata ve neslin zafiyetine ve sukut-u kuvvete sebeptir.}}} (FITRAT’ın hârikâ bir yorumudur bu metin.)
Şimdi artık başka başka semtlere, cadde ve sokaklara dağılmış olsa da Turgutlu’nun kadim çarşısı, Çarşı Camisi’nin de bulunduğu bölgededir. Denilebilir ki kıdemli çarşı, Piyaleoğlu Caddesi ile Bulvar Caddesi arasındaki adaya ve çevresine, kuzey güney doğrultusunda yerleşmiştir. Ayakkabıcı, kuyumcu, manifaturacı, perdeci, elektrikçi, terzi, berber... çoğu esnafın dükkânları oradadır. Kimisi dip dibe, karşı karşıya, çok sayıda da kahvehane vardır. Kahvehanelerin masaları sandalyeleri, yayaların yürümelerini zorlaştıracak derecede kaldırımlara, sokaklara taşmış durumdadır. Çok da müşterisi bulunmaktadır bu kahvehanelerin.
Elektrik Mühendisi Refik, bir proje görüşmesi ve imzası için üç kahvehanenin arasında kalmış elektrikçi dükkânına gelmişti. Dükkân sahibi, bitişikteki kahvehanenin masasını göstermiş;
-“Mühendis Bey, şu masaya oturalım. Hem işimizi konuşur hem de birer bardak çay içeriz.” diyerek masa yanındaki iki sandalyeyi çekip hazırlamıştı. Çaylar geldi, dosyalar masaya açıldı. Kendi aralarında görüşmeye başladılar.
-“Senin önerdiğin kablolar çok pahalı Mühendis Bey. Benim elimde başka marka kablo var; onu kullanırsak maliyeti biraz düşürürüz. Ne dersin?”
-“O kabloların çapı kaç milimetredir Mehmet Abi?...”
Konuştular, konuştular. Artık neler konuştularsa... teknik konuları biz anlamayız tabi. Yan masalarda oturanlar da anlamadılar ve başlangıçta biraz kulak kabartmış olmalarına rağmen az sonra kendi muhabbetlerine döndüler. Yakın masaların başındakiler, doğal olarak birbirlerinin konuştuklarını duyabiliyorlardı. Kahveci ikinci çayları getirdiği sırada, gayr-i ihtiyârî çıktığı belli olan kısa ve ürkek bir ıslık sesi duyuldu. Herkes duymamış olabilir ama Mühendis Refik ve Mehmet duymuşlardı. Bir an için konuşmalarını kesip ıslık sesinin geldiği tarafa baktılar. Bakan yalnızca onlar değildi. Karşılıklı üç kahvehanenin masalarında oturan bütün müşteriler, önlerindeki işi, yaptıkları sohbeti bırakmış, sokaktan geçmekte olan beyaz pantolonlu bir kadına bakıyorlardı. Ama ne bakış! Hedefe kilitlenmiş birer otomatik silah namlusu gibi kilitlenmiş kalmışlardı. Kısacık bir andan sonra, kadın üzerine konuşmalara başlamışlardı bile. Genci yaşlısı, bir yandan gözleriyle kadını takip ediyor, diğer yandan duygularını, düşüncelerini birbirlerine dillendiriyorlardı. Her biri kendi terbiye sınırlarının izin verdiği ölçüde ve biçimde konuşuyordu tabi. Fakat hepsi de içlerinde bir hareket oluşmuş, ağızlarının suyu akmış görünüyorlardı... ...Şu kadarını söylemeliyim ama: Henüz kırkına varmadığı anlaşılan bu kadın, altı yedi yaşlarında bir kız çocuğunun elinden tutmuştu, birlikte yürüyorlardı. Aksini söylemek mümkün değil, vücudu gerçekten güzeldi hani! Daracık beyaz pantolonu giymekle de tahrik ediciliği tavan yapmıştı. Yürürken kırıtmıyordu fakat kırıtmasına da gerek yoktu zaten. İşte orada bulunan bütün erkekleri kendisine baktırmıştı. Baktırmış ve çok etkilemişti. Güzel, semiz bir farenin daracık bir beyaz pantolon giyerek veya daracık bir şort ya da mini etek giyerek ortalıkta dolaşmasından etkilenmeyecek kedi var mıdır? Etkilenmemeleri, kedilerin fıtratına uygun mudur? Ve yani; fare de bunun böyle olduğunu bilmiyor mudur?
-“Mühendis Bey, bu âfet de nedir böyle! Şuraya bak, bütün adamlar gözlerini kendisinden ayıramıyorlar.” dedi Mehmet.
Mühendis, bocalamış kalmıştı. Haramı helâli bilen bir insandı. Fakat yalan yok, kadının cazibesi onu da etkilemişti. O tarafa bakmamak için kendini zorlayarak;
-“Bilmiyorum Mehmet Abi. Ne demek lâzım, bilmiyorum. Ama bütün bu kadar adamı günaha soktu. Hepsinin vebâlini aldı. Yazık. Çok yazık.”
-“Çok da güzelmiş be haspa! Şu vücuda bak... Yanındaki çocuk da onun çocuğudur herhalde.”
Mühendis tekrar; “Çok yazık...” dedi ve susup kaldı. Kendi karısının hiç de bu kadar güzel olmadığını düşündü bir an. Diğer adamları, onların karılarını düşündü. O adamlardan evli olmayanları düşündü. İnsan fıtratını düşündü. Ölümü ve imtihanı düşündü. Kendi imtihanını düşündü. Beyaz pantolonlu kadının duygularını düşündü. Böyle giyinmekle, bu kıyafetle sokağa çıkarak ne yapmaya çalışıyor olabilirdi acaba? Kadının kocasını, babasını, kardeşlerini düşündü... Daha fazlasını düşünmekten korktu ve Mehmet’e dönüp;
-“Toplamda kaç piriz kullanacağız, hesapladın mı Mehmet Abi?” dedi. VE ÖYKÜ BURADA BİTTİ.
Fıtratla ilgili bu gerçekler bilinmelidir, inkâr edilmemelidir ve insanlar buna göre terbiye edilmelidir; davranışlar buna göre ayarlanmalıdır. Yani gerek erkek, gerekse kadın, kimsenin yarı çıplak veya şehveti tahrik edecek, insanları günaha sokacak kıyafetlerle ortalıkta dolaşmasına izin verilmemelidir. Eğitim, hukuk, medya, bu gerçek göz önünde bulundurularak şekillendirilmelidir. Bu ve benzeri konularda yol gösterici olarak bir FITRAT ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ kurulmalıdır.
KADININ YA DA ERKEĞİN, İNSANLARI GÜNAHA SOKACAK KIYAFETLERLE HAYVANLAR GİBİ ORTALIKTA DOLAŞMA ÖZGÜRLÜĞÜNE hayır.
Vesselâm.
R. Serdar Özmilli