Hunat Cami avlusunda kadın, erkek ölüler dizilir yan yana, arka arkaya. Ölüler evine her gün üç beş yolculuk var bu avludan. Balık istifi kalabalıklar uğurlar onları namaz eşliğinde, niyet getirirler er kişi, kadın kişi niyetine. Bazıları ağlar, bazıları namaz kılar sevaptır diye kalabalığın. Güvercinler, serçeler gagalar cami duvarlarını. Ağaçlar sessizce izler cami avlusunu.
Kalabalık hüzünlü, düşünceli bakar teneşirin daimi misafiri tabutlara. Allah bilir neler düşündüklerini. Ölülerse haykırır; kimse duymaz. Dile getirir kalabalığın asıl ölü olduğunu. Yaşayan ölülerdir çünkü kalabalığı oluşturan insanlar. Yaşayan ölüler öldüklerini bilmezler ama gerçek ölüler bilirler: “Asıl ölenler yaşayan ölülerdir…” ve dile getirirler onların ağlanacak hallerini.
Bilmem kaç İsrafil, kaç sur diriltebilir yaşayan ölüleri. Bunların çoğunun olağan konuşmasıdır kükremesi. Sesleri çok çıkar; bedenlerinin üzerinde ve sol yanında taşıdıkları mataraları bomboştur. Bir küf kokusu yayılır mataralarından. Hayatları yoktur, hayat bahşedemezler. Canlılıkları siyah beyaz filmlerdeki insanların canlılığından öte değildir. Bir film seyrederiz eskilerden kalma: İnsanlar konuşur, aşklar yaşar, koşar da koşar hayat kırbacının gölgesinde.
Dün dipdiriyken bugün nasıl böyle öldük? Havsalam almıyor. Kitap yoktu, okul yoktu, yok vardı hayatımızda. Dipdiriydik oysa. Rengimiz yeşildi. Pınarlar fışkırıyordu mataramızdan. Nazım söylüyordu bizim için: “Topraktan öğrenip kitapsız bilendir/ Hoca Nasreddin gibi ağlayan/ Bayburtlu Zihni gibi gülendir/ Ferhat’tır/ Kerem’dir/ ve Keloğlan’dır”
Toprağı öldürdük, Hoca Nasreddin’i öldürdük, Ferhat’ı, Kerem’i, Bayburtlu Zihni’yi ve Keloğlan’ı öldürdük. Öldürdük de geceden kefenlere büründük.
Cücelerin uzadıkça uzayan gölgeleri cirit atıyor meydanlarda. Güneş tebessümünü koruyor. Güneş koruyadursun tebessümünü, Dostoyevsky “Ölüler Evinden Anılar”ını yazadursun. Biz de hayatların geri verilmesi hayali içinde bekleyeduralım suruyla İsrafil’i, şifasıyla İsa’yı.