Hem bireysel hem de toplumsal bir varlık olan insanoğlu, zaman içinde, toplu hâlde yaşamanın gerektirdiği bazı zorluklarla da karşı karşıya kalmıştır. Bunların başında yönetimsel sorunlar teşkil etmiş, bireyin temel hak ve özgürlüklerini de dikkate alarak toplumun en iyi şekilde nasıl idare edilebileceği asırlardan beri tartışılagelen bir mesele olmuştur.
Nice zaman, sultanlar, krallar, Nemrut’lar, Firavun’lar saltanatlarını sürmüş, saltanatlarını kaybetmemek ve iktidarlarını sürdürmek için nice insanları hayatlarından etmişlerdir. Saltanatlarını kanlar ve acılar üzerine bina etmişlerdir; bu, kimi zaman inanç temelinde kimi zaman da hayata ve olaylara bakış yani düşünce ve anlayış temelinde olmuştur. Çünkü onların kendi sultalarından, saltanatlarını sürdürmelerinde başka hiçbir gayeleri yoktu. Onlar kendi kibirleri içinde boğulanlardı. Nitekim bu durumu Hz. Ali ne de güzel ifade eder: “Kibir, aklın düşmanıdır. Kibirli insan, hakikati göremez; çünkü kendi gölgesinde kaybolmuştur." Onlar hakikati göremedikleri gibi insanların ona ulaşmasına da engel olmuşlardır.
Adına her ne kadar cumhuriyet denilmemiş olsa da İslam’ın öngördüğü yönetim anlayışı, istişare ve adalet ilkeleri bakımından cumhuriyet fikrine yakındır. Hz. Peygamber’in vefatından sonra yerine “Müslümanların emiri” olarak Hz. Ebubekir efendimiz biat/oyunu açık etme şekliyle seçilmiştir. Her ne kadar Hz. Peygamber (Aleyhisselam) sonrasında Müslümanların lideri durumundakilere kurumsal olarak halife denmiş olsa da bu o dönem için söylenen bir şey değildir. O dönem incelendiğinde görülür ki insanlar hitaplarında “emire’l-müminin” yani “müminlerin emiri” ifadesini kullanırlar. Bu dönem, daha çok ‘emirlik’ esasıyla yürüyen bir yönetim biçimi olarak görülebilir; ancak sonraki kaynaklar bu dönemi ‘Hulefa-i Raşidîn’ yani dört halife dönemi olarak adlandırmıştır.
Dört “halife”nin ardından iktidara Emevî hanedanlığının gelmesi ve yerleşmesinden sonra sistem sultanlığa, onun dini anlamı ile hilafete dönüşmüştür. Ondan sonrakiler artık halife olarak adlandırılmıştır. Kelime anlamı olarak “birinden sonra gelmek” demek olan halife, siyasi/yönetimsel bir terim olarak da “Hz. Muhammed’den sonra onun vekîli olarak din ve dünya işlerinde bütün Müslümanların önderi, aynı zamanda devletin reisi olan kişi, emîrü’l-müminin” anlamlarında kullanılmıştır.
Halifelik makamı Emevîlerden sonra Abbasilere, oradan da Memluklere geçmiştir. Osmanlı sultanlarından I. Selim, 1517’de Ridâniye Muharebesi'yle İslam Devleti'ni devam ettiren Memlûk Devleti'ni yıkıp "İslam Halifesi" unvanını üstlenmiş ve böylelikle Osmanlı hükümdarları “sultan, han ve şah” gibi çok sayıdaki unvanlarının yanına “halife” unvanını eklemiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı padişahları aynı zamanda “Halife-i Müslimîn”dir; “Müslümanların halifesidir. Bu hâl, Osmanlının yıkılışına ve yerine Cumhuriyetin ilan edilişine kadar devam etmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra hilafet makamı fiilen anlamını yitirmiş, 3 Mart 1924’te çıkarılan yasa ile de resmen kaldırılmıştır.
TBMM’de cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte yönetime halkın katılımının söz konusu olduğu bir yönetim biçimime geçilmiştir. Evet, halkın iradesinin iktidara gelmesi cumhuriyet ile gerçekleşmiştir. Bu anlamda, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi "Cumhuriyet, fazilettir."
Cumhuriyetin erdem, fazilet olmasının yansımasını bütün yurttaşların bunu samimiyetle benimsemesiyle hiç kimsenin veya grubun, cumhuriyeti hedeflerine ulaşmada bir “atlama taşı” olarak görmemesiyle mümkün. Böyle olmadığı durumlarda türlü haksızlık ve hukuksuzluklar yaşanmıştır, yaşanmaktadır da!..
Bugün, 29 Ekim 1923 günü ilan edilen Cumhuriyet’in bugün 102. yaş gününü kutluyoruz. Peki Cumhuriyet’in ilan edilmesi ile elde edilen kazanımlar yeterli mi idi ya da gerçek anlamda cumhuriyetin ilanıyla hedeflenen amaçlara ulaşılmış mıydı? Bununla ilgili zaman zaman tartışmaların yaşanmasını normal karşılamak gerekiyor. Çünkü bazı uygulamaların tam olarak anlaşılması, uygulamalarda aksamaların olmaksızın devam etmesi imkân dahilinde değildi şüphesiz. Zaman zaman cumhuriyetle bağdaşmayan uygulamalardaki aşırılıklar cumhuriyetin tartışmaların odağına yerleşmesine yol açmıştır. Bunun sosyolojik sebeplerine de inerek yazar Ahmet Turan Alkan şöyle izah ediyor:
“Kıymet hükümlerimizdeki tutarsızlık biraz da aşırı derecede yoğunlaştırılmış zamanları çok kısa bir zaman içinde hazmetmeye mecbur kalışımızdan kaynaklanıyor. Bizzat üreticisi olmadığımız, kendi ihtiyaçlarımızdan yola çıkarak biçimlendiremediğimiz binlerce teknolojik mahsûlü, gündelik hayat içinde mânâlandırmaya çalışmaktan usandık ve işi oluruna bıraktık. Köyden şehre doğru değişen oranlarda binlerce, yüzlerce yıllık tarihi zaman açığını yarım asır içinde kapatmak zorunda kaldık. Monarşiden çoğulcu demokrasiye geçerken karşılaştığımız zorluklar, idare lambasından kristal cinstendi. Kağnıdan binek otomobiline terfi etmenin bir maliyeti olmalıydı ve biz bu maliyeti bugün her neviden "kriz" mukabilinde ödemekteyiz.
Biz, tarihin ender kaydettiği bir geçiş devrinin nesliyiz; bizden sonrakiler kendi içinde belki daha tutarlı görünen bir kültür iklimi içinde kendilerini rahat hissedecekler; ama yağma yok: Ödemeye bir ömür içinde fırsat ve imkân bulamadığımız bütün bedeli, onlara miras bırakmak zorundayız ve onlar, sebebini bile doğru-dürüst kavrayamadıkları krizlerle boğuşarak aslında hak etmedikleri bir cezanın bedeline katlanacaklar.” (Ahmet Turan Alkan, Altıncı Şehir dergisi, 1997, Sayı, 2)
Çoğulcu demokrasi olmazsa olmazlardan
Geçen yüzyıl içerisinde yaşayarak tecrübe edip gördük ki demokrasi olmadan gerçek anlamda cumhuriyet; anayasaya, hukuk ve adalet olmadan da gerçek anlamda demokrasinin varlığından söz edilemez.
Nurullah Ataç, bir yazısında, Voltaire’in, Rousseau'ya yazdığı bir mektupta: “Sizin bu kitabınızda savunduğunuz düşünceler, benim tuttuğum, beğendiğim düşünceler değildir. Karşıtım ben onlara. Yine de sizin bunları söyleyip savunabilmeniz için canımı da vermeye hazırım.” dediğini nakleder ve “Gerçek özgürlük budur işte.” diye de ilave eder. (Yeni Ufuklar dergisi)
Çoğulcu demokrasi olmazsa olmazlarımızdan, vazgeçilmezlerimizdendir. Halkın iradesinin muhafaza ve müdafaası ise varlığını ve gücünü hukuktan alan demokrasi ile mümkündür.
Cumhuriyetin ruhu demokrasidir, can suyu yani kanı ise hukuktur. Hukuk ve adalete yaslanmayan cumhuriyet ve demokrasi olsa da bireyin hakkını, hukukunu korumaktan uzaktır. Adaletin terazisi bozulduğunda, cumhuriyet de demokrasi de birer kabuğa dönüşür; o kabuğun içinden ise çoğu kez faşizm çıkar. Hitler’in Almanya’sı, Mussolini’nin İtalya’sı bunun acı örnekleridir. Yüzyıllar değişse de tecrübe edilmiştir ki hukuk ve adalete yaslanmayan cumhuriyet ve demokrasi, asla ve kat'a halkın iradesini yönetime yansıtamaz. Şu da sosyolojik bir gerçektir ki aynı şartlar aynı neticeyi doğurur.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız, Cumhuriyetimizin 102. yılı kutlu olsun!














