.png)
O konuşurken sanki 33’lük değil, 99’luk değil, 999’luk da değil; binlerce taneden oluşan bir tespih patlamış da boncukları kelimelere dönüşüp etrafa saçılıyordu. Her kelime başka bir renkti, her renk başka bir yaraya değiyordu.
Bunda benim de payım var.
Bu tespihin dağılmasında, bu boncukların etrafa saçılmasında benim de payım var. Belki de bu bulutun yağmasında etkim fazladır. Yoksa kapalı, gri bir bulut olarak kalacaktı öylece. Ama yağdıysa, yağmasında benim de payım var. Tespih tanelerinin dört bir tarafa saçılmasında da… Onun bugün bu kadar duygusal olmasında, bugün bu kadar kendini anlatmaya açık olmasında benim payım var.
“Sus,” dedi artık, “ben konuşacağım.”
Madem yaz diyorsun bana; ben yazamam kardeşim. Ama söylerim… Sen yaz.
Benim hikâyemden bir şey çıkar mı bilmiyorum. Düştün peşime. Yazmamı istiyorsun madem, o zaman ben sana diyeyim: benim hikâyem öyle son on yıla bakarak çözülemez. Son on beş yılın peşine düşerek de yakalayamazsın. Bugünüme bakarak hiç göremezsin zaten.
Gel… gir bakalım bu yangının içine. Hangi közler kararmış, hangi alevler tutuşmuş, bir gör. Gel, gir içime ancak öyle görebilirsin.
Madem ki anlat dedin, madem ki hikâyemi dinlemek istedin; o zaman tut elimden… Beraber taa Kayseri’nin o küçücük köyüne doğru gidelim.
Her insanoğlunun hayatında olmazsa olmaz iki kelime vardır: ana ve baba.
Ben senin ve çoğu insanın bildiği manada bir ana ile tanışmadım. Ben nineme ana dedim. Ana diye onu bilirim. Anneye naz etmek nedir, anneye şımarmak ... Anneden terlik yemek ya da alnına, yanağına bir öpücük almak... İnan bilmiyorum. Ben ana diye sadece ninemi bilirim. Ana sütü nedir, ana kokusu nedir onu da bilmiyorum. Bundandır ağlarken hiç anneciğim diyemedim. Bundandır okuduğun Yavuz Bülent Bakiler şiiri bana hiç tesir etmedi.
Beş aylık mı, yedi aylık mıydım bilmiyorum; tarih de vermiyorlar bana zaten. Anam göç etmiş öte tarafa. Ninem, babamın annesiydi. Belki de sadece ben büyüyeyim diye yaşıtlarına göre uzun yaşamıştı. Ne bileyim. Beni o büyüttü.
Ben ana diye onu bildim.
Ben ana diye ona ağladım.
Ben ana diye ona sitem ettim.
Ve o öldükten sonra bile…
Ben hâlâ ana, ana, ana diye onunla konuşurdum.
Gerçek anamı hiç ama hiç bilmedim. Bir fotoğrafını göstermişlerdi. Bir kare, eski püskü bir fotoğraf. “Bak,” dediler, “bu senin annen.” Baktım… Ama içimde hiçbir duygu yoktu. Ne özlem, ne sıcaklık, ne boşluk… Hiçbir şey...
Ben ana diye ninemi sevdim.
Ana diye ninemi benimsedim.
Şimdi özlem diye bir şey varsa eğer,
Ben ana dediğim ninemi özlerim.
Ne yalan söyleyeyim, en çok onu…
Gelelim Babama...
Beni nineme ve gaddar emmime bırakıp Almanya'ya güya para kazanmak için gidip orada evlenen, yazdan yaza çikolatalar ile gelen bir kez olsun beni kucağına almayan, sarılıp koklamayan babam . Üç kardeşim varmış burada. Almanya’da. Ne yüzlerini gördüm ne isimlerini bilirim. Diyeceğim odur ki benim defterimde kardeş kelimesi de yok. Bunca yoklar arasında peki ben nasıl var oldum. Neye tutundum. Neye sevdalandım.
Babam yoktu.
Bu cümle uzun uzun anlatılacak bir şey değil aslında; net, kuru ve kırıcı bir gerçekti. Vardı denirdi, ama yoktu. Almanya denen memlekette bir yerde nefes aldığı söylenirdi. Ben nefesini hiç duymadım. Sesini hiç işitmedim. Mektubunu hiç bekleyemedim. Telefonun öteki ucunda adımı söyleyen bir adam hayal edemedim bile.
Ben babayı hep yazdan yaza gelen çikolatalarla bildim. Rengi solmuş kâğıtlara sarılı, üstüne Almanca harfler basılmış çikolatalar…
Babamdan kalan tek sıcak şey onlardı belki. Ama çikolata sıcağı baba sıcağı olmuyordu ne yapsan.
Yaz biterdi.
Çikolata yenirdi.
Babam yine yok olurdu.
Ninem susardı.
Ben susardım.
Köyde herkesin bir babası vardı.
Sabah traktörün üstünde gördüğüm adamlar, akşam elinde ekmekle eve dönen silüetler…
Babalar vardı, ben bakardım.
Onlar çocuklarını omuzlarına alırdı, ben ayak ucumda dururdum.
Onlar yüksekten sevdiklerini görürdü, ben hep aşağıdan bakardım dünyaya.
Babalarla aramda hep mesafe vardı:
Bir adam boyu.
Sorduğumu hatırlamıyorum hiç: “Benim babam nerede?”
Belki sordum da cevap alamadım.
Belki hiç soramadım.
Bazı sorular insanın boğazında düğüm olur; yutarsın, soruya dönüşmez.
Ninemin sesi vardı, babamın yoktu.
Ninemin eli vardı, babamın omzu yoktu.
Düştüğümde kalkmayı ninem öğretti bana;
babamın kaldırmasına hiç ihtiyaç kalmadı.
Alıştım galiba…
Yokluğa alıştım.
Ama alışmak, eksikliğin geçmesi demek değildi ki.
Bir gün okul defterime baktım:
Matematik vardı, Türkçe vardı, Hayat Bilgisi vardı…
Ama bir başlık eksikti:
Baba.
İşte belki de o gün anladım neyi yazamadığımı.
Benim defterim eksikti.
Ana yarımdı, baba yoktu…
Ben ise bütün görünmeye çalışan bir çocuktum.
Bütün bu yolların ortasında işte bir gün onu buldum.














