GÖRENEK BELÂSI
(ÖNEMLİ fakat uzun bir yazıdır, bilgisayar monitöründen okunmasını öneririm.)
EYYÜHEL EVLÂD! (EY ÇOCUKLARIM!)
“İkincisi; Rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimalât ile hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, GÖRENEK BELÂSIYLA tiryaki olup, terk edemiyor. İşte bu rızık, taahhüd-i rabbânî altında olmadığı için; bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır.” (Risâle-i Nur)
Makamın Cennet’in en güzel köşelerinden bir köşedir inşallah Üstâd! Bu, ne önemli bir tesbit ve bu, ne harika bir anlatım şekli böyle! Görenek belâsı’nın, iktisattan alıkoyarak, israfın kucağına iterek başımıza ne kötülükler getirdiği konusunda uyarıyorsun bizi. Uyarını okuyanlar mutlaka vardır. Anlayanların varlığı da kesin. Beğenip takdir edenler de çoktur. Fakat, hayatında ilke edinip uygulayanlar?..
Şimdi benim konum “iktisat” ya da “israf” değil. Ben işin “görenek belâsı” kısmıyla ilgileniyorum. “Görenek”in genel anlamıyla.
1952 doğumlu bir adam, 1981 yılında kaç yaşında olur? İşte o yaştaydı.
Bir proje uğruna, bir hayâl uğruna fırtınalı bir hayat yaşamıştı o tarihe kadar. Ancak, projesi suya düşmüş, gemisi karaya vurmuştu. Artık durulmak ve evlenip bir yuva kurmak zorundaydı. Ebeveyniyle ilişkileri limonî olduğu ve zaten evliliğinde ebeveyninin kılavuzluğuna pek güvenemediği için, din bilgisi ve çevresi geniş olan bir hoca ağabeye müracaat etmiş, onun yardımını bekliyordu. Tam bu sırada, yıllardır kendisiyle bayramlarda tebrik kartı yollamak dışında bir ilişkide bulunmadığı bir arkadaşından bir mektup, daha doğrusu avuç içi büyüklüğünde bir kâğıda yazılmış bir not geldi:
“Hilmi, hâlen bekârsan ve evlenmeyi düşünüyorsan, beni de kılavuz olarak kabul edeceksen, senin için uygun olduğunu düşündüğüm bir kız var. Anasını tanıdım, nesli tükenen kadınlardan biri. Selâmlar. Nevzat.”
Nevzat, üniversite yurdundan arkadaşı idi. Aslında birliktelikleri saata vurulsa, toplam otuz kırk saatı geçmezdi. Fakat çok yoğun, dolu dolu saatlardı. Çoğu, şiir okudukları, daha doğrusu Necip Fazıl okudukları arkadaş gruplarında geçen saatlardı. Çizgi dışı bir kişiydi bu ziraat fakültesi öğrencisi Nevzat. Bir gönül eriydi. Âşık; şiire âşık, âşka âşık, Hakk’a âşık… benliğini silmiş, tevazu âbidesi bir insan… çok özel biri… Yolladığı mektup da öyle özeldi işte.
Bizimkinin cevabî mektubu da ona yakışacak cinsten oldu. Aynı ölçülerde bir kâğıt kesti ve üzerine şunları yazdı:
“Nevzat, bu işte büyük bir tevafuk var. Şiddetle evlenmeğe ihtiyacım var. Sana vekâlet veriyorum, al o kızı bana gönder. Selâmlar. Hilmi.”
Olmazmış. Bu iş öyle vekâletle falan olmazmış. Telefon geldi Nevzat’tan, en kısa zamanda genç adamı yanına bekliyormuş. Nereye? Kastamonu’ya. Orada, devletin bir süt fabrikasında mühendisti Nevzat. Evliydi, bir çocuğu vardı.
Genç adam, atladı otobüse, düştü Kastamonu yoluna. Hepsi bu. Ebeveyninin bile haberi yok. Kız kimin nesidir? Nasıl birisidir? Nerelidir? Okumuş mu? Meslek sahibi mi? Bir tek soru yok, bir tek cevap yok. Tek bilgi; anasının nesli tükenen kadınlardan biri olduğu. Ve ortada bir de tevafuk, tabii... Soruları Kastamonu’ya vardıktan sonra sordu ve cevapları da o zaman aldı. Ordu Ünyeli mütevazı bir ailenin beş çocuğundan ilkokul mezunu biri imiş gelin adayı. Baba, Tarım Kredi Kooperatifi’nin ilçe şubesinde yazıcı. Anne, nesli tükenen kadınlardan biri. Ve kız, Nevzat’ın hâtununun kızlık arkadaşı, mahalle arkadaşı. Ne olursa olsun, tevafuk var ya… Nevzat gibi bir özel insan tavassut ediyor ya… Kör de olsa, topal da olsa bu iş olacak, Allah’ın izniyle. Hele ki Nevzat iş yerinden izin alınca… Karısı ve küçük çocuğuyla bir gece süren, uzun ve zahmetli otobüs yolculuğuna katlanınca…
Ünye’ye sabaha karşı vardılar. Bitkindiler. Nevzat’ın baldızının evinde biraz uyuyup dinlendiler. Kahvaltıdan sonra program yapıldı. O gün, gündüzün kız görmeye gidilecekti. Hilmi’nin, “Ben, görmeden de kabul ediyorum, doğrudan yüzük takmaya gidelim.” sözüne sadece güldüler. Bir başka durum daha çok güldürdü oradakileri. Genç adam, kot dikimli kadife bir pantolonla düşmüştü yollara. Özellikle kadınlar, “Hayır,” dediler, “kız görmeye kadife pantolonla gidilmez. Kumaş olacak.” Ancak, bizimkine satın alalım denilse de hazır pantolon bulunamaz ki, bitmiş pantolonunun boyu; 125cm. Nevzat da uzun boylu ya, onun pantolonunu bizimki giysindi, Nevzat da kendine bir başka pantolon uydurur nasıl olsa. Genç adam, kızardı, morardı, yutkundu… ama “Bu durum benim ilkelerime uygun değil, karşıdakiler beni beğeneceklerse kadife pantolonla da beğensinler. Kadife pantolonun ne günahı olabilir ki, kadife pantolonla nasıl bir saygısızlık yapılmış olabilir ki?” “Bu nasıl bir görenektir!” diyemedi. Boynunu büktü. Nevzat da kulağına eğilip, kendisini anladığını belirttikten sonra durumu idare etmesini istemişti… Gösterilen odaya geçti ve isteneni yaptı. Nevzat’ın kumaş pantolonunun paçaları neredeyse birer karış yukarıda kalmıştı. Süper komik bir tablo çıkmıştı ortaya.
Kız görmeye gidildi. Gidildi ama, kızın babası tarafından, beklenen doğal soru soruldu kendisine:
-“Ey genç adam, senin anan baban yok mudur? Onlar niçin burada değiller?” Buyurun, şimdi ayıklayın taşın pirincini bakalım.
-“Efendim, şey… biliyorsunuz, biz İzmir’de yaşıyoruz. Babam ve annem öyle genç değiller; nasıl bir sonuç alınacağını bilmeden onca yolu gelemezlerdi. Eğer, olumlu bir gelişme olursa, bundan sonraki süreçte mutlaka geleceklerdir.”
Tereddütsüz kabul edildi cevap. Gerekçesinin makul ve mantıklı oluşundan değil ha, arada Nevzat’ın bulunmasından. Nevzat, öyle güzel bir aile reisi, öyle kaliteli bir damat, öyle güvenilir bir insan ki annesi babası hiç gelmeseler de arada o olduktan sonra elbette olumlu cevap alınacaktı. Hilmi’nin cevabı geçerli bulunmuş, kendisi de beğenilmişti. O ise gerçekten de görmeden kabullenmişti zaten kızı. Hattâ başlangıçta, evli baldızı gelin adayı sanmış, “Biraz kiloluymuş demek.” diye aklından geçirmişti. Neden sonra gerçeği anlayabildi.
İkinci gün söz kesildi. Üçüncü gün nişan yapıldı. Dinî nikâhın tarihi tesbit edildi ve genç adam oradan ayrılıp otobüsle İzmir yoluna düştü. Otobüs Afyonkarahisar’da mola verince, genç adam hediyelik lokum aldı. Annesine haberi bildirip, nikâh tarihini söylerken takdim edecekti.
Dinî nikâh gününde, genç adam Ünye’ye anne babasını ve iki kardeşini yanında getirmişti. Nevzat da yine ailecek Kastamonu’dan çıkıp gelmişti. Mahalle camisinin imamı gelecek ve şer’î nikâhı kıyacaktı. Ama bir sorun vardı…
-“Ben,” dedi Hilmi, “o bilinen türden düğün istemem. Ayrıca, gelin hanıma da bilinen türden bir gelinlik giydirmem. Sünnette yeri bulunan her şey kabulümdür fakat töreymiş, gelenekmiş, bunlar beni hiç bağlamaz. Bu hassasiyetim baştan bilinsin ki sonra sıkıntı yaşamayalım."
Koskocaman ve çok yoğun bir sessizlik… Ortam donmuştu. Nevzat’a böyle bir düşüncesi olduğunu daha önce belirtmemişti. Gencin kendi anne babası da dondu kaldılar, çünkü onlar da böyle bir şeyle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Herkes birbirine baktı. Bütün yüzlerde soru işaretleri, ünlem işaretleri, noktalar, virgüller, noktalı virgüller belirdi. Sessizliği bozan, kızın babası oldu:
-“Evlâdım, sen de kızım da hayatınızda ilk defa ve inşallah bir defa evleneceksiniz; bu nasıl bir tutum böyle, dul kadın mı alıyorsun?”
-“Estağfurullah! Hem bu dünyada ve hem de ahirette ebediyyen eşim olacak bir kızla yuva kurmak durumundayım inşallah. Ama benim konuyla ilgili yaklaşımım böyle. İlkelerim söz konusu, kendime göre bir sürü gerekçem var. Beni böyle kabul ederseniz, bu yuvanın kurulmasını gerçekten istiyorum. Siz bilirsiniz, kararı verecek sizlersiniz. Vereceğiniz karara elbette saygı duyacağım.”
-“Fakat oğlum, elâlem bize ne der, biz ele güne ne deriz? Bir kızın en büyük hayâli değil midir gelinlik giymek? Dînen mi sakıncalı? Masrafı mı çok buluyorsun? Şaşırdık kaldık. Ben bu durumda olumlu bir cevap veremem…”
Hilmi’nin annesi, babası da söze karıştılar; telli duvaklı gelin almak istediklerini falan gevelediler. Ancak biliyorlardı ki oğulları bir düşünceyi kafasına koyduysa onu değiştirmek kendilerinin yapabilecekleri bir şey değildi. Gelin adayının rengi uçmuştu, kız kardeşi ise alarmış morarmıştı. Yalnızca kızın ağabeyi sakin görünüyordu. Nesli tükenen kadınlardan biri olan anne de olgun, mütevekkil, sabırlı bir duruş sergiliyordu; yüzünden gerçekten kemal akıyordu.
Genç adam cevap verdi:
-“Efendim, ben bu yaklaşıma, dinen mahsurlu olup olmaması bakımından takılmış değilim. Evet, ayrıntıları masaya yatıracak olursak; bildiğimiz türden düğünler ve gelinlikler dinimiz açısından elbette mahsurludur. Ama ben konuya yalnızca bu açıdan yaklaşmıyorum; dinen sakıncalı olmasa bile ben yine isteğimde ısrarlıyım. Benim derdim masraf da değil, kabul ederseniz göreceksiniz, en pahalı kumaşla ve en pahalı terzi tarafından bir giysi diktirilmesini esasen ben de arzuluyorum. Kızınıza bu yakışır. Ama bu giysi, görenek belâsından ötürü herkesi taklit kaygısıyla giyilmemeli, çevremizdekiler ne der kaygısıyla giyilmemeli. Çevremizdekiler ne derlerse desinler, onlara ne? Onların yaptıklarının doğru olup olmadığını kim biliyor? Biz koyun muyuz, hiç değilse bazı konularda niçin sürüye uymama hakkımız bulunmasın ki? Allah’ın koyduğu kanunlara, kurallara ters düşmemek kaydıyla bireyin özgürlüğü niçin olmasın ki?
Hem sonra bu nasıl bir mantıktır; bir gece, yalnızca birkaç saat giymek üzere bir giysi diktiriyor, dünya kadar masraf yani dünya kadar israf ediyorsunuz? Hattâ bazı zavallıların, o parayı bulamadıkları için gelinlik kiraladıklarını biliyorum. Ben bir kız olsam, böyle bir durumu, kişiliğimin iğrenç bir aşağılanması olarak değerlendiririm doğrusu. Yahu, paran olsa bile böyle bir israfa girişmemen gerekirken sen tut gelinlik kirala. Niçin? Bir genç kızın hayâliymiş… Kim koymuş o formatlarda bir hayâli bu kızın gönlüne? Herkes siyah gelinlik yaptırma geleneğinde olsaydı, genç kızın hayâlini siyah gelinlik süsleyecekti, değil mi? Gelenek, görenek belâsı ve zavallı esir ruhlar! Ben böyle bir ruh taşıyan birisinin eşim olmasını istemem doğrusu. Ben Hazret-i Fâtımâ’nın benzeri bir gelin isterim ve kendim de Hazret-i Ali Efendimiz’i taklit etmek isterim. Onların evliliklerini bilmeyen yoktur sanırım, niçin onlar örnek alınmıyor da komşulara, akrabalara bakılıyor?
Tamam, en pahalı kumaştan olsun, bana maliyeti ne olursa olsun ama kendimize özgü olsun, kendi keyfimiz nasıl istiyorsa öyle olsun. Ve aman ha, bir gece giyilecek bir giysi olmasın. Bu duygu ve düşünceleri taşımayan bir kızın, ebedî arkadaşım olmasını ben içime sindiremem, ömrüm boyunca kendisine biraz midem bulanarak bakarım. Ama bu sürü psikolojisini aşmış, kendi mantığıyla hareket eden ve hele hele hareketlerinde Allah’ın kanun ve kurallarını birinci kılavuz sayan bir kızı başımın tacı, gönlümün sultanı yaparım. Daha ilk adımını atarken gözümde yücelmiş hayat arkadaşım olarak görürüm onu.
Düğün konusuna gelince… gırtlağa kadar günaha ve borca girilerek bir tiyatro sahneleniyor… Özel kıyafetler, yürümeyi engelleyen topuklu pabuçlar giymiş ama çoğu yine de çıplak konuk kadınlar ve onların arslan kocaları… Bremen Mızıkacılarını andıran müzisyen(!)ler eşliğinde dans denen komedi… oynayan kızlara kadınlara bilmem hangi duygularla çevrilen bakışlar… Hele bir de işin içine alkol karışmışsa… Ben daha fazla tasvir edemeyeceğim. Özet olarak; ben görenek falan anlamam, kitabı orta yerinden açmak ve Efendiler Efendisi zamanında bu işler nasıl yapılıyorsa öyle yapmak isterim. İsraf edilecek parayı da hayır işlerine harcayalım, örneğin yoksul öğrencilere burs olarak verelim. Tabi karar sizindir. Ancak izin verirseniz bir süre kızınızla baş başa olmak ve duygu ve düşüncelerimi kendisine daha ayrıntılı bir şekilde izah etmek istiyorum.”
Hilmi’ye kızla baş başa konuşma izni verildi. Genç adam, duygu ve düşüncelerini kıza daha tane tane, daha ikna edici biçimde anlattı. Nesli tükenen, gerçekten asiller asili o kadının kızını ikna etmek hiç de zor olmadı. Çünkü kızın ruhunda da aynı asalet âdetâ tecessüm etmişti. Gerçekten de çok çok çok asildi kız. Bu arada kızın ağabeyi de damat adayının düşüncelerini çok olumlu bulduğunu söylemiş, babalarını etkilemiş. Ertesi gün gelen olumlu cevaptan sonra dînî nikâh kıyılmış, gençler Allah’ın nazarında ve O’nun izniyle karı koca ilân edilmişlerdi. En âlâ kumaşın alınıp giysi diktirilmesi için Nevzat’ın eşine, yani gelinin dünürcülük yapan arkadaşına gerekli para verildi. Kızı alıp götürme tarihi belirlendi ve herkes evinin yolunu tuttu.
Nerede kalmıştık:
Yıl 1981, genç adam 29 yaşına yeni girmişti. Eski bir arkadaşı Nevzat vesile olmuş, kız görmek için Ünye’ye gelmişti. Birinci gün görüşülmüş, ikinci gün istenmiş ve söz kesilmiş, üçüncü gün nişan yapılmıştı. Dinî nikâh kıyılmıştı...
Şimdi de kız almak için Ünye’deydi genç adam. Heyecanlıydı doğal olarak. Yine tek başına gelmişti İzmir’den, ailesinden kimseyi getirmemişti yanında. Nevzat ve eşi, oğlan tarafı rolündeydi. Akşam kına gecesi yapılacaktı. Ertesi gün de resmî nikâh kıyılacaktı. Ardından 17.30 otobüsüyle İzmir yolu tutulacaktı.
Bütün itirazlarına rağmen Nevzat’ı kıramamış, (aslında tıraşa gerek olmadığı halde) damatlık tıraş için çarşıda bir berberin koltuğuna oturtulmuştu. Âdetmiş, yani görenekmiş! Oysa sakal tıraşını daima kendisi olur, berbere yaptırmazdı. Ücreti Nevzat ödedi ve ayrıca bir miktar bahşiş verdi. Berberden çıkarlarken Nevzat sordu:
-“Damatlık elbisen nerede, valizinde mi?”
-“Ne valizi, ne elbisesi Nevzat? Elimdeki bu çantadan başka bir eşyam ve üzerimdekinden başka bir elbisem yok.”
-“Yahu kardeşim, kayınpederinin gönderdiği kumaşı diktirmedin mi?”
-“Tabi ki hayır. O kumaşı ben, subay olan kardeşime verdim, diktirip orduevinde, özel günlerde giysin diye. Bilmiyor musun Nevzat, ben damatlık özel giysilere falan karşıyım. İşte üzerimde eli yüzü düzgün elbisem var. Hem de kumaş bir takım elbise, daha ne olsun? Kaldı ki bana gönderilen kumaş, lacivert idi. Ben lacivertten nefret ederim, hayatım boyunca, eşofman hariç, lacivert bir şey giymedim. Ayağımdaki papuçlar da sıfır kilometre. Neyim eksik böyle, boyum 194 cm, kilom 90… arslan gibi bir delikanlı değil miyim?”
-“Kardeşim, âdettir, bilmiyor musun, lacivert kumaştan özel giysi diktirilir; beyaz gömleğinin yakasına da takarsın kravatını… adam gibi… Hem ben sana bir şey söyleyeyim mi; kayınpederin o kumaşı ta Samsun’dan getirtti. Ünye’de bulamamış. Altın yıldız.” “Geline gelinlik giydirmiyorsun, kendin de damatlık giymiyorsun. Tebrikler yani.”
Akşam oldu. Bizimkiler, üç beş kişi, Nevzat’ın bacanağının evinde toplandı çay içtiler. Kız evinde kına gecesi vardı. Dinî sohbet yapılan bir gece istediğini ifade etmişti damat adayı ama tabii orada neler yapıldığını bulunduğu yerden bilmesi mümkün değildi. Ayrıca, böyle günlerde neşeli olunması gerektiğini, kadınların kendi aralarında çalıp eğlenmelerine izin olduğunu, okumuş biliyordu. Daha ileriki günlerde karısından öğrenecekti aynen öyle yapıldığını; biraz sohbetin yanı sıra kadın kadına biraz da çalınıp oynandığını.
Gelinin dediğine bakılırsa giysisi de beğenilmişti. Ama genç adam sonradan fark edecekti ki başta kılavuz hanım, çevredekiler giysiyi yine de gelinliğe benzetmekten geri duramamışlar, ayı kulaklı maymun yavrusu bir elbise üretmişlerdi. Sonuç bir bakıma aynı olmuştu ve de elbise o gece dışında bir daha giyilmemişti. Tabii bunda gelinin vücut ölçülerindeki değişmenin de rolü olmuştu. Her neyse, görenek belâsına baş kaldırılmış, özgürce ve özgünce hareket edilebileceği gösterilmişti ya, asıl önemli olan burasıydı.
Ertesi gün resmî nikâh kıyılacaktı. Şimdi de öyle midir, bilmiyorum, o tarihte köy muhtarları nikâh kıyabiliyorlardı. Yakındaki bir köyün muhtarına rica edildi. Muhtar, nikâh kütüğünü (İmza atılan deftere kütük deniliyordu galiba.) koltuğunun altına koydu getirdi. Tanıdık bir arzuhalci vardı, onun ofisinde buluşuldu. İki de şâhit huzurunda “Evet”ler söylendi, imzalar atıldı, orada hazır bulunanlara usulünce ikram yapıldı. Tamam. Yuva kurulmuş oldu. İzmir’de de dostlara bir yemek ikramında bulunulacaktı.
Herkes şaşkındı. Böylesi bir evliliği akılları mantıkları alamıyordu. Onlar, ömürleri boyunca hiç mantık yürütmeden göreneğin peşi sıra gitmişler, göreneği sorgulamak gereği de duymamışlardı. Şimdi yaşadıkları bu değişik uygulamayı sorguluyorlardı mutlaka. Damadı da çok tuhaf, anormal ve hatalı buluyorlardı mutlaka. İhtimâl ki içlerinde damada hak verecek birisi bile yoktu. Evet, aslında damadın yaptıkları da biraz ifrat boyutundaydı; biraz daha orta yol bulabilmeli biraz daha tavizkâr olmalıydı. Fakat öyle ya da böyle, bazı yanlışlara rağmen, görenek’le ilgili anlamsız realiteye bir gol atılmış oldu.
Otobüsün hareket saati yaklaştığında gelin ve damat, Nevzat ve karısı, gelinin ablası ve eniştesi yerlerine oturdular. Gelinin babası, annesi, diğer kardeşleri ve yakın akrabaları el sallayıp dualar ederlerken otobüs hareket etti. Uzun bir yolları vardı. Gece yolda geçecek, sabah İzmir’e varacaklardı. Damat, kolunu gelinin omuzuna attı, başını da göğsüne yasladı. Çok mutlu olduğunu, kendisini sevdiğini ve ömür boyu seveceğini söyledi ona. Her şey için teşekkür etti.
Nesli tükenen kadınlardan birinin kızı, hayat arkadaşı olmuştu. Üstelik kendisi de başından beri, annesinden hiç aşağı olmadığını tutum ve davranışlarıyla ortaya koymaktaydı.
Ünye’ye hemen her yaz gittiler. Çoğunlukla da özel otomobilleriyle. Başlangıçta bir çocukları oldu yanlarında, sonra iki ve daha sonra üç.
Evliliklerinden itibaren 24 yıl geçmişti. Son Ünye yolculuklarını uçakla yaptılar. Gelin hanım ilk defa uçağa biniyordu. Bir önceki Ünye ziyaretlerinde gelin hanım, annesine, “Samsun Havaalanı Çarşamba’ya yapıldı. Ünye’ye çok yakın, belki bir dahaki sefere uçakla geliriz.” demişti. Dediği çıkmıştı yani. Ancak özel bir durum vardı. Damat, çocuklar ve bir iki yakın dostun, kabinde, koltuklarında oturmalarına karşın gelin hanım furgondaydı. Beyaz gelinlik giymeden ayrıldığı memleketine beyaz kefeniyle götürülmekteydi.
Kanser denilen görevli, emir almıştı. Yeryüzündeki bir meleği, nesli tükenen meleklerden bir meleği, Yüceler Yücesi Yaratıcı’ya götürecekti. Emir Allah’ındı, ne denilebilirdi ki! İki yıl boyunca akla gelen bütün çare kapıları çalınmıştı fakat ayrılığın önüne geçilememişti. Bu, nesli tükenen kadının kızı, hastalığı süresince ne bir isyanda, ne bir şikâyette bulunmuştu. Sabır, sabır, sabır… Hiç kimsenin hiçbir günahına şahit olmadığı bu melek, son nefesini vermişti tebessüm ederek.
Uçak Çarşamba Havaalanı’na indi. Beyaz gelinlik giymiş bu yolcu, akrabaların hazır ettikleri cenaze arabasına konuldu. Ünye’ye, yemyeşil bir doku içinden Karadeniz’in uçsuz bucaksız mavisine bakan Şeyh Yunus Kabristanı’na varıldı. Vasiyeti doğrultusunda babasının yanı başına defnedildi.
Kimseyi kandırmayayım: Hilmi benim! O gelin benim karımdı! Üç çocuğumun annesiydi! Kadınların Sultanı Hatice Validemizin ismini taşıyordu. Cennet’te de inşallah adaşının yanı başında olduğuna inanıyorum ve bunun için dua ediyorum. Birçok zaman kalbini kırmış olmama rağmen benim de elimden tutacaktır diye umuyorum. Çünkü çocuklarımıza, “Bir daha dünyaya gelecek olsam yine babanızın karısı olmayı isterdim.” dediğini biliyorum.
Eşlerinizin kıymetini bilin. Birbirinizi kırmamaya özen gösterin. Görenek belâsına takılıp israf günahını işlemeyin. Ünyeli bu gelinin ruhu için de birer Fâtihâ okuyuverin lütfen. Adam gibi adam, Nevzat Şeker de çok oluyor, bu dünyadan göçtü. Ona da birer Fâtihâ yollarsınız, değil mi?
Muammer Hocam, senin Fâtihâ’larını da bekliyorum.
Hayırist, esenlik dolu HAYIRLI günler diler.
R. Serdar Özmilli
KİRALIK KALEM
(Satılık değil ama)
|