Hz. Mevlâna’ya atfedilen güzle bir söz vardır: "Kitap ruhun gıdası, aklın ilacıdır." İnsan, ruhunun beslenmesi ve aklının türlü hastalıklardan şifa bulması için o tiryaktan mümkün mertebe istifade etme, yararlanma yoluna gitmelidir.
Kitap, kurak iklimlerde bulunması özlem ve iştiyakla beklenen, istenen su damarlarıdır, boyutları ve debileri farklı farklı olan su damarları. Tarlasını, bağını, bahçesini rengarenk çiçeklerle ve türlü türlü meyveler verebilecek ağaçlarla donatmak isteyen okur, o damarları bilinçli okuma kazılarıyla bir bir ortaya çıkarır. Ortaya çıkarmakla kalmaz, zihin dünyasını, gönül bahçesini, dimağını o renk ve tatlarla süsler ve tatlandırır. Ufukları enginden engine koşar, anlama derinlikleri arttıkça artar onun.
Kitabı su damarlarına benzetmiş olmam boşuna değildir; Üstat Sezai Karakoç Mevlâna adlı eserinde onu anlatırken zaman zaman coşkun, şelaleler oluşturan zaman zaman da sakin bir hâl üzere olan nehre benzetir, Mesnevi adlı kitabın önemini de belirterek: “Mevlâna’nın kişiliği, dağlardan şelaleler yaparak inen, zaman zaman yatağının dışına taşarak akan coşkunluğunun önünde durabilecek bir engel tanımayan, zaman zaman düzlüklerde sakinleşen, durgunlaşan, sonra en beklenmedik anda kayaları sürükleyerek yarlardan aşağı yuvarlanan, sonunda ummanlaşip ufukları kaplayan bir nehirle benzeştirilebilir belki.”
Kitabın peşinde geçen yıllar, kitabın o büyülü atmosferinden istifade edenler için asla pişmanlık duyulacak bir zaman dilimi değildir. Onun zenginliği diğer zenginliklere benzemez. O zenginlik asla ve asla başka zenginliklerle kıyas edilmez, kıyas da kabul etmez zaten…
Benim Kitabevlerim ile başlayıp Kitaplarla Harman Derman ile kitabın peşinde adımlarımızı artırarak yol aldığımız hayatın resmini ortaya koymaya devam ediyoruz.
Üniversite yılları bir öğrenci için okuma fırsatlarının zirvede olduğu yıllardır. Bunu “Ol mâhîler ki derya içredir, deryayı bilmezler” diyen şairin tespiti içerisinde söylemek gerekirse, evet, insan o günlerde bunun çok da farkında olamıyor. İtiraf etmeliyim ki o günlerde şöyle düşünüyordum: “Evlenince, yemek yapmak, bulaşık yıkamak vb. derdim olmaz, daha rahat kitap okurum!” Ama hayatın hiç de öyle olmadığını yaşayarak öğrenmiş olduk. Keşkeler işe yaramaz ama keşke öğrencilik yıllarımızda daha çok kitap okuyabilseydik!..
Üniversite hayatımın geçtiği Erzurum’da kitaplarla ve kitabevleriyle olan güzel ve özel hâllerimi yazmaya devam ediyorum. Önceki yazılarımda belirtiğim kitabevlerinin dışında o yıllarda zaman zaman uğradığım, siyaseten İslami düşünce çevrelerinin uğrak yeri olan, çok geniş bir alanda olmasa da mütevazı bir yerde hizmet veren Tekyay Kitabevi’ni hatırlayarak ve 11 Ocak 2019’da vefat eden Birey Yayınları’nın da kurucusu olan Mahmut Balcı’yı da rahmetle yâd edelim. Kendisiyle, İstanbul’da çalıştığım yıllarda, katıldığım kitap fuarlarında zaman zaman selamlaşırdık. Rahmet olsun!..
Erzurum’da okuma deryasına dalmaya, bilgi denizinde kitap adlı vapurla yolculuğa çıkmaya ilgi duyanların uğrak yerlerinden biri de Erzurum Kültür ve Eğitim Vakfı Kitabevi idi. Merhum Mehmet Kırkıncı Hoca’nın talebelerinin ve Risale-i Nur’a müştak okurların kitap temininde uğrak yerlerinden biri olan bu kitabevine de zaman zaman uğradığım, bugün kitaplığımın raflarını süsleyen kitaplarımı temin ettiğim söz konusuydu.
Hayata can olan suların akış güzergâhı mahiyetindeki kitapların okurla buluşma noktalarından olan kitabevlerinin varlığı, imkânları çok önemli. Her kaynaktan akan suların tadı, lezzeti, içimi nasıl bizde farklı farklı bir tat ve haz bırakıyorsa kitaplar da öyledir. Onlarla buluşma noktası olan kitabevleri de bizim için önemlidir. Ama günümüzde kitap merkezli kitabevleri yok derecesinde az. Çoğu ya “sınavlara hazırlık” kitaplarıyla yahut “kırtasiye” ile ayakta kalıyor çünkü!..
Erzurum’da kitapla ilgili iki önemli hatıramdan bahsedeceğim. Önemleri merkezinde kıymetli hocalarımın olmasından kaynaklanıyor. Bunlardan birincisi merhum Şerif Aktaş Hocam ile olanı. Merhum Şerif Aktaş Hocamızı tanıyanlar bilirler ki çok disiplinli, sert mizaçlı ve konuşmalarında aşırı titiz, dura dura ve tane tane konuşan biridir.
Üniversite ikinci sınıftayız (1986-87 öğretim yılı). Hocamızın o günlerde yayımlanan “Edebiyatta Üslüp ve Problemleri” adlı eseri üzerinden dersimizi işliyoruz. Kitap bizim o alandaki bilgilerimize zemin teşkil ediyor. Bir gün amfideki derste, önce, “Kimler kitap okuyor?” diye bir soru sordu. El kaldıran üç kişiden biri bendim. Sonra “Hangi kitabı okuyorsunuz?” dedi üçümüze ayrı ayrı. Ben de o günlerde Tarık Buğra’nın Osmancık romanını okuyordum, o kitabı okuduğumu söyledim. Bana, sebebini, gerekçesini belirtmeden sadece “Onu okuma!” dedi. Tarık Buğra’yı sevmeyen biri değildi. Kitap okuduğunu söyleyen diğer arkadaşlarıma geçti. Bana Osmancık romanını “Okuma!” demesinin sebebini hiç soramadım!..
Her zaman hürmet ettiğim, akademisyen olarak yanında yetişmeyi arzu ettiğim, ama zamanın buna imkân vermemesi sebebiyle gerçekleşmesi artık mümkün olmayan bu hayalime vesile muhterem ve merhum Orhan Okay Hocamızla ilgili. Üçüncü sınıftayken yaşadığım, hocama karşı mahcubiyet duyduğum bir olaydan bahsedeceğim:
Orhan Okay Hocam, İstanbul beyefendisidir, İstanbul’da doğup büyümüş, eğitim hayatını orada tamamlamış bir kıymettir. İstanbul’da iken Vefa Lisesi’nde merhum Nurettin Topçu’nun da talebesi olmuştur. Üniversite yıllarında onunla irtibatı devam etmiştir. Merhum Nurettin Topçu, -belki hocamızdan mülhem- ben de eserlerini zevkle okuduğum yazarlarımızdandır. Bir gün, Orhan Hocamızın Fakültedeki odasında Topçu’nun Taşralı romanını gördüm. O günlerde Topçu’nun eserleri henüz yeniden basılmış değildi. Onu okumak için istediğimde hiç tereddüt etmeden bana verdi. Baktım, Orhan Okay Hocamıza merhum Topçu’dan imzalı bir kitap. Kitabı okuma sürecinde hâliyle yanımda taşıyordum. Bir gün, kitabı sınıfta sıraların gözünde unutmuşum, kitabın yanımda bulamayınca telaşa kapıldım, nerede unuttuğumu bilmiyordum. Hocamıza karşı mahcubiyet içerisindeydim. Kitabın; Hocamızın çok saygı duyduğu, sevdiği hocasından imzalı olması benim ona karşı mahcubiyetimi daha da artırıyordu.
Mahcubiyetimden hocamın karşısında söz söylememe de imkân yoktu. Bir arkadaşımız -Allah’tan- kitabı sıranın gözünde bulmuş da Hocamıza vermiş. Bu, tarihi değere sahip o kitaba sahip çıkamamış olmanın hacaleti biraz olsun hafifletmişti. Bulunmuş olmasına elbette çok sevinmiştim. Olayın sonrasında merhum Hocamızla bir araya geldiğimizde şu an için bana ne söylediğini hatırlamıyorum ama herhâlde biraz daha dikkatli olmam gerektiğini hatırlatmıştır diye düşünüyorum.
Kitap unutmalarıyla ilgili benzer bir anı da Cemal Süreya ile Selim İleri arasında yaşanır. Selim İleri ilk kitabı Cumartesi Yalnızlığı yayımladığında, şiirlerini beğenerek okuduğu Cemal Süreya’ya gönderir. Aradan biraz zaman geçer, postadan bir paket gelir, paketi açtığında kendisinin Cemal Süreya’ya gönderdiği kitabı görünce şaşırır. İçten içe biraz da kızma edalı sitem eder. Bir daha senin şiirlerini okumayacağım der kendi kendine. Birkaç gün sonra Cemal Süreya’dan bir telefon gelir. Aslında durum, düşündüğü gibi değildir, gerçeği Cemal Süreya telefonda anlatır: Cumartesi Yalnızlığı kitabıyla birlikte çantasını vapurda unutmuştur. Kitabı ve çantayı bulan biri tarafından kitap Selim İleri’ye gönderilmiştir… Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, hakikat belki yağmur yüklü bir bulutun ardında saklıdır.
Mümbit ama susuz toprak mahiyetindeki ruhumuza, dimağımıza, dağarcığımıza damar damar can suları mahiyetindeki kitaplarla yolculuğumuz, asıl kitap olan kendimizi okumaya yönelik olunca her daim devam edecektir.
Gelecek kitap duraklarından buluşmak ümidiyle. Yazılarla, kitaplarla ve sağlıcakla kalınız!..