Dünyanın aynı su kaynağında yıkanıyoruz; su, birimizi serinletip feraha erdirirken birilerimizi fena hâlde yakıyor, “Yandıkça yandım, bir su ver” (Gedaî) bile diyemiyor. Yakmak, cana eziyetin ötesinde, yok etmeye kadar vardıran bir anlam içeriyor.
Aynı kaynaktan su içiyoruz; su, birimizin Hz. Eyyüb-misal dertlerine deva, hastalıklarımıza şifa, borçlularımıza eda iken bir başkasına, başkalarının derdine dert, hastalığına hastalık, borçlarına borç, sıkıntılarına sıkıntı sebebi.
Aynı sıralarda, hayat sıralarında ders görüyoruz. Hayat, birilerimizin yollarına kırmızı halılar döşerken birilerimizin altındaki çullara çullanıyor, kırmızı halılılar çullarına çullandıklarını çulsuz bırakıyorlar. Bu, hayatımızın darlığı da varlığı da imtihan oluşu gerçeğini değiştirmiyor.
Aynı sofradan, dünya sofrasına serilen nimetlerden besleniyoruz. Allah rızkımıza kefil, âmenna! Birileri bu sofranın en âlâ nimetlerine konmuş, hedefi sofrayı tümüyle elde etmek, birileri de bütün insanların hakkı olan rızkını almasını sağlamak iken sofrayı gaye edinenler, diğerlerinin maişetine de göz dikmiş, onların rızkını da gasp etmeyi aklına koymuş, hakkını, özgürlüklerini ellerinden almışlar, doymak nedir bilmeyen nefislerinin zebunu olmuşlar, lakin ortalıkta vatan, millet, din edebiyatı yaparak değerlerin değer kaybetmesine sebep oluyorlar. Ne var ki “Köre nedir, köre ne; görenedir görene!” demişler; lakin ya gören çok az ya da gördüğünü bildiren!..
Hayatımızı, aynı Anayasa ve yasaların hakimiyetinde sürdürüyoruz; lakin uygulamada, bu hâl, birilerine daha özgür bir dünya bahşederken birilerinin hayatını zindana çeviriyor. Anayasa ve yasalar karşısında herkes eşit ama birileri daha “eşit” ve daha “reşit”!.. Birileri en yüksek mahkemenin kararı işine gelmediği zaman “Tanımıyorum da saygı da duymuyorum.” deme özgürlüğüne ve rahatlığına sahipken birileri de anayasa ve yasaların verdiği hakkı almakta zorlandıkça zorlanıyor. Bir şair dostum bunu “Bir kalem ki aynı fiilde/ Birine dünyalar bahşeder, müebbet yazar diğerine/ Bir kılıç ki aynı yolda/ Birine kahramanlık biçer, diğerini eder parya/ Bir hukuk ki/ Suçsuzcasına abat eder suçluyu/ Bir bir mahkûm eder masumu, sabiyi/Haklar yenmiş, değerlerin içi boş/ Muktedirler, iktidar gücüyle sarhoş!” diyerek dizelerine taşır.
Türk edebiyatında yazılmış en güzel naat şiirlerinden biridir Yağmur. Yağmur şairi olarak nitelendirilen Nurullah Genç de cahiliye döneminde Müslümanların çektikleri eziyetleri dile getirirken “Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü”, “Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü/ Mazluma sürgün evi; zâlime cihan düştü/ Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara/ Bir belâ tünelinde ağır imtihan düştü” diyerek hakkın yolcusu olmanın zorluklarına işaret etmiş ve sonrasında da bu çarpıklığı “Haritanın en beyaz noktasına kan düştü/ Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü/ Mahkûmlar yargılıyor; hâkimler mahkûm şimdi/ Hakların temeline sanki bir volkan düştü” dizeleriyle aynı hukuk altında işlenen hukuksuzlukları böyle dile getirmişti. Yıllar geçti, heyhat bu hakkaniyet çağrısından, hukuktan şair de cüda düştü!..
Aynı gök kubbenin, aynı kubbenin altında, aynı ezanın çağrısında Allah’ın huzuruna çağrılıyoruz. Vardığımızda ise durum, manzara oldukça farklı; birileri Allah’ın ayetleri hilafına, kendi duygu ve düşüncelerini, siyasi anlayışlarını din diye Allah’ın evi olan mabetlerde ortaya koyarak Allah’ın diğer kullarını yalan ve iftiralarla türlü suç ve zilletlerle itham etmekten geri durmuyor. Acı olan yanı, bunu din adına yapıyor olmaları. “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli/ Ebedi yurdumun üstünde inlemeli!” diyen Üstat Akif’i rahmetle anıyorum. Bu ikiyüzlülüğü görseydi neler söylerdi neler, kim bilir? Ama o da devrin münafıklarına söyleyeceğini söylemiş, okumak lazım!..
Hiçbir siyasi anlayış, hiçbir dini inanç sistemi bir başkasının özel mülkiyetini gasp etmeye imkân tanımaz. Lakin kimi inanmış gibi görünen dünyaperestler, dünyaya tapıcılar, “batıl sebeplerle” insanların malına, mülküne, hayatına ve hanesine çökmeyi indi/kişisel yorumları ile ellerine geçirdikleri güç sayesinde bir “hak” olarak görebiliyor. Böyle görmeleri ile toplumun her şeyine müdahale etmeyi de kendilerinin hakkı olarak biliyorlar. Bilmiyorlar ki meleklere kör nokta, Allah’a gizlilik yoktur. Allah gizleneni ve açık edileni bilir, her şeyden haberdardır. Bilmiyorlar ki Allah zalimleri sevmez, bilmiyorlar ki zalimlerin Allah gibi bir dostu yoktur. Bilmiyorlar dediklerimi belki de biliyorlar, ama dünya hayatı onlara daha cazip geldiği için bilmemiş gibi davranıyorlar, tıpkı Allah’a, ahiret ve hesap gününe inanıp da onlar hiç yokmuş gibi kulların haklarına gasp etmeyi marifet saymaları gibi. Belki de nefisleri onlara “Allah çok merhamet sahibidir, kullarını affeder.” diyerek “kandırıyordur”, kim bilir? Kesin bilinen de şudur ki Allah merhameti boldur, affedicidir, lakin kul haklarını kullarına bırakmıştır. Onları affetmez! Onlar, kullar arasında gerçekleştirilecek “helalleşme” konusudur. O “pürüz” ancak tarafların birbirinden hakkını alması ile giderilebilir.
Evrensel hukuk, Anayasa ve yasalar, kâinatın sahibi, Yüce Yaratıcımız Allah Kur’an’da “suçun şahsiliği” ilkesini hatırlatırken muktedirlerin bunu kendileri gibi düşünmeyenler için hiçe sayarak insanları işlemedikleri bir suçtan dolayı yargılayıp ceza vermeleri, her türlü haklarından mahrum bırakmaları âmiyane tabirle hadsizliktir, hoyratlıktır, zorbalıktır. Başlı başına zulümdür.
Hukuk okumuş olmasa da insanlar şunu bilir: Adli ve siyasi suç kavramları var, dolayısıyla, adli suçlular ve siyasi suçlular kavramları da. Siyasi suçlar ve kavramı büyük oranda öznellik içerirken adli suçlar da buna zıt olarak nesnellik içerir. Yani adli suçlar, dünyanın her yerinde suçtur.
Siyasi suçluların daha fazla ceza çekmesine imkân tanımak için adli suçluları dolaylı yollarla el üstünde tutmak, öyle bir politika izlemek toplumun huzuruna ve asayişine yönelik bir intihar girişimidir. Kâinatı ve her şeyi yaratan Allah bile kendisine inanmayanların yaşamasına, rızkına engel olmazken insanoğluna ne oluyor ki o, insanların rızkına ve özgürlüklerine mâni oluyor?
Birçok yazımda haksızlıktan, hukuksuzluktan, adaletsizlikten dem vurdum, vuruyorum. Bazı okurlarımız bunu yadırgayabilir. Ama şartlar değişmedikçe aynı sonuçları elde etmeye devam ederiz. Şartlar değişirse yokluklarından bahsettiklerimizin varlıkları ayan beyan ortaya konursa onları yazmaya gerek de kalmaz zaten. Evet, şu gerçeği tekrar belirtelim: Adaletin olmadığı yerde hayat yoktur, huzur yoktur, ekmek yoktur, ekonomik faaliyetler düzensizdir. Ekonomi düzensiz ise ekonomik veriler de sağlıklı değildir. Adalet herkese lazım, ekonominin düzenliliği de. O hâlde şair Niyazi Gençosmanoğlu gibi “Adalet gecikmez, tez verilmeli!” diyelim!
Dünyaya doğan güneş aynı, aynı gök kubbenin altındayız. Havanın bir normal sıcaklığı, bir de hissedilen sıcaklığı vardır, tıpkı bir soğukluğu bir de hissedilen soğukluğu olması gibi. Hava, bazılarına tatlı bir sıcaklık, meltem esintisi hissi verirken bazılarına cehennem sıcaklığını hissettiriyor. Hâkim siyasi anlayışın tavır ve davranışları bunun böyle olmasında çok etkili!.. Toplumun idare etmede bir aygıt olan devletin bekası ve temadisi ancak adil olmakla mümkündür. Onun içindir ki “Adalet mülkün temelidir.” denmiştir. Adalet olmazsa mülk, sadece birilerinin olur, cennet numunesi olarak yaratılan bu dünya, genel olarak insanlara cehennem olur, insanlar azap üstüne azapla yaşar. Güneşin sıcaklığı da adaletin ferahlığı da insanlarca eşit hissedilmeli. Hissedilen sıcak ve soğukluk/ferahlık hep eşit olmalıdır. Anayasa ve yasalar çerçevesinde gerçekten suçlular suçlarının cezasını çekerek adaletin sıcaklığını, masumlar da masum olmanın verdiği hakla bütün özgürlüklerinin serinliğini tam olarak hissederek yaşayabilmeliler. O zaman adaletin varlığı ortaya çıkacaktır