Türkiye'deki dindarlar, tek parti dönemi boyunca sistematik baskı ve zulümlere maruz kaldılar. Dini inançlarını özgürce yaşayamadıkları gibi, fikirlerini de serbestçe yayamadılar. Devletin kademelerinde işe giremediler, toplumsal hayatın her alanında ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüler.
Menderes iktidarıyla birlikte kısmen de olsa muhafazakârlar nefes aldı. Ama darbeyle birlikte, Menderes dönemindeki bütün kazanımları ellerinden alındı ve tek parti dönemini bile arayan uygulamalara tabi tutuldular. Dindarları yok sayma ve İslam'dan uzaklaştırma politikaları Özal dönemine kadar, katı ve sistemli bir biçimde devam etti. Özal'ın, bütün kesimlerin özgürlük alanını genişletmeye yönelik adımlarından, inançlı insanlar da nasibini aldı. Rahatlamayla birlikte hareket alanı bulup, güç kazandılar.
Bu yıllarda rahmetli Erbakan Hoca'nın da büyük katkısıyla, siyaset alanında organize olmayı öğrendiler. Bu döneme kadar, siyaset ve sivil toplum bilinci tam yerleşmediğinden, ortak hareket etme kabiliyetleri bulunmuyordu. Yine de devlet mekanizmalarında yer almadıkları için, ?bertaraf edilmeleri" çok kolay oluyordu. Nitekim 28 Şubat sürecinde, Cumhuriyet tarihinin en sistemli "psikolojik harbine" maruz bırakılıp, "bin yıl süreceği" söylenen bir süreçle tamamen ortadan kaldırılmak istendiler.
Derken, 2000'li yılların başında Türkiye'nin yaşadığı ağır ekonomik, siyasi ve sosyal buhranla birlikte, ülkedeki dengelerin bütünüyle değişmesi kaçınılmaz hale geldi. Böyle bir ortamda kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi, herkesi ve her kesimi kucaklayıcı bir anlayışla yola çıktı ve ilk seçiminde büyük bir başarı elde etti. Girdiği bütün seçimlerde birinci parti olan ve oylarını artıran AK Parti, 10 yıllık süre zarfında ülkede neredeyse "el atılmadık sorun" bırakmadı. Askeri vesayeti tamamen kaldırdı, bürokratik oligarşiyi bitirdi, basındaki tekelleşmeyi yok etti. Derin yapılanmalarla
hesaplaşarak, yargı vesayetini kırdı. Gelinen noktada, inançlı insanlara yönelik kısıtlamaları kaldırdı. Önceki dönemlerde başarılamayan bir hususu da hayata geçirerek, inançlı kesimlerin "devletin kritik kadrolarında" vazife almasını hatta "muktedir olmasını" temin etti.
Kuşkusuz AK Parti'nin kangren olmuş bu kadar soruna el atıp, çözüme kavuşturmasında ve dahası muhafazakârların egemenliğini sağlamasında, "güçlerini birleştiren" farklı grup ve cemaatlerin de büyük payı oldu. En liberalinden tutun ki en radikaline kadar, bütün gruplar; bu sürece "cansiperane bir biçimde" destek olup, ellerinden gelenin fazlasını ortaya koydular. Birçoğu "önceliklerini, farklılıklarım, kırmızı- çizgilerini" bir tarafa bırakıp, ortak bir amaç doğrultusunda kenetlendiler ve bugünkü başarıya ortak oldular.
2011 yılı seçimleri, hem hükümet hem de bu gruplar için bir kırılma noktası teşkil etti. "Artık tam manasıyla devlete hakim olduk" fikri iyiden iyiye bütün kesimlerde yerleşmeye başladı. Birçokları "elde edilen başarıda" en büyük payın kendisine ait olduğu düşüncesine kapıldı ve karşılığını alma beklentisine girdi. Bugüne kadar "genel" düşünüp, bu şekilde hareket edenler, bu kez daha çok güç elde etmek için "özel" düşünüp, bu doğrultuda hareket etmeye başladılar. Ve netice itibariyle, zihni kırılmalar, ardından da bu kırılmaların "uygulamaya geçen" yansımaları baş gösterdi. Derken, zıtlıklar ayrışmaları, ayrışmalar, düşmanlıkları körükledi. Şimdi herkes, bu sürecin nereye varacağını sorup duruyor. Eğer birileri "ben" demeyi bırakıp, yeniden "biz" demeye devam ederse; ortada hiçbir sorun kalmaz. Ama demezse, sorun sandığımızdan da daha büyük bir boyuta ulaşır.