“Tarihi Çevir, Nal Sesi, Kısrak Sesi Bunlar”a devam ediyorum efendim:
“Kahrolsun kapitalizm!” “Kahrolsun Amerika!” “6.Filoya hayır!” “GohomeYanki!”... Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar... Ve tabi bunların karşıtı olan türlü siyasî yaklaşımlar, karşıt ama yine anarşist söylemler... Binbir orkestradan, birbirini boğan türlü türlü nağmeler...
İzmir Buca Lisesi’nde tarih dersi öğretmenimiz Sıtkı Bey vardı. Nâm-ı diğer Mağara Adamı. Bazılarımız ise Komünist Sıtkı diyorduk kendisine. Gerçekten komünist idi ve bu nedenle hapis falan yatmış bir adamdı. Oldukça yaşlıydı, kendine pek bakmazdı. Bütün göğsünü kaplayan eski usül kravatı, tam teşekküllü bir restoranın mönüsünden daha zengin idi. Anlattığı dersin de hayrı yoktu, ders anlatmaya aslında isteği de yoktu. O sınıfa girerken arka sıralardan bir öğrenci; “Cococola, Pepsicola, Amerikan sidiğidir, değil mi hocam?” derdi. Tamam. Körün aradığı bir göz, Allah verdi iki göz; dersin sonuna kadar, colaların faziletleri(!)ni anlata anlata bitiremezdi. Yıl 1968. Atmışsekiz kuşağını, 6.Filoyu falan okumuş olanlarınız vardır. O dönemin, o döneme yakışan bir öğretmeni olan Sıtkı Bey’den söz ediyorum. O yıl tarih dersinde öğrendiğim bir tek kelime yok hafızamda. Bu adam, öğretmenlik için doğru bir adam mıdır? dedikten sonra:
{{{Osmanlı’nın temel eğitim kurumlarına bakıldığında, mektep muallimlerinin genelde medrese eğitimini tamamlayamayan ya da tamamladıktan sonra müderrisliğe terfi edemeyen veyahut hiç medrese okumayan kişiler arasından seçildikleri görülür. Dolayısıyla muallimlerin büyük çoğunluğunun üst düzey bir bilgi ve kültür sahibi olmadıklarını söylemek mümkündür. (Dikkatinizi çekmek isterim; o dönemde okulların yapılanması, şimdi olduğu gibi “ana okulu, ilkokul, orta okul, lise ve yüksek okul şeklinde değildi. Liseyi de medrese kapsamında düşünmemiz gerekir. “Muallim-müderris kavramlarının anlaşılması için arz ettim efendim.) Buna karşın medrese hocalarının belli bir döneme kadar büyük oranda bilgili, kültürlü ve birkaç farklı bilim dalında uzmanlaşmış kişiler oldukları bir realitedir. Zaten medrese müfredatlarına baktığımız zaman bunu rahatlıkla görmek mümkündür. Zira bir medrese hocası yetiştirdiği öğrenciye dilbilgisinden, fıkha, tefsirden hadise hattâ İslam düşüncesi tartışmalarına kadar pek çok alanda ders okutmak durumundadır. Osmanlı devri âlimleri için de durum farklı değildir (Tâşköprîzâde 1985, 104, 105, 300, 347). Osmanlı’nın iyi zamanlarında müderrislerin birkaç alanda donanımlı olmaları, aslında tercih değil bir zorunluluktu. (Tâşköprîzâde, 1313, I, 88).
İSLÂM EĞİTİM GELENEĞİNDE TAHSİL VE TEDRİS FAALİYETLERİ, BAŞLANGIÇTAN İTİBAREN MÜESSESELER ETRAFINDA DEĞİL, ÖĞRETMENLER ETRAFINDA ŞEKİLLENMİŞTİR. Zamanla öğretmenliğin hüküm sahası genişlemiş, genişlediği oranda da öğretmenliğe talep artışı kaçınılmaz olmuştur. Bu talep artışı iyi zamanlarda iyi yönetilmiş ve liyakata dayalı bir anlayışla en iyi olanlar öğretmenlik payesi almışlardır. Ancak diğer zamanlarda öğretmenlik, önemli ölçüde -en saf ifadeyle- iltimasın ve hukuk bürokrasisine geçişin kurbanı olmuştur. Osmanlı’da son dönemlere kadar öğretmenler için önceden belirlenmiş resmi meslek kriterlerinin olmayışı veya doğrudan öğretmen yetiştiren kurumların bulunmayışı, öğretmenliğin bir mesele olarak ele alınmadığı anlamına gelmemelidir. Öğretmenlik Osmanlı’da bir meseledir ve bu mesele Osmanlı aydınlarının gündemini işgal etmiştir. Öğretmenlerin kişisel niteliklerine, öğrenciyle münasebetlerinde dikkat etmeleri gereken hususlara, bilgi, birikim ve kültürlerine gösterilen öneme baktığımız zaman bunu rahatlıkla (Bayramali NAZIROĞLU 8) görmemiz mümkündür.Osmanlı dönemine gelindiğinde medreselerde mesleğe giriş de dâhil olmak üzere statü, ücret, sorumluluk, çalışma takvimi gibi detaylarda büyük oranda belli bir standart ortaya çıkmıştır. Örneğin, müderrisliğe giriş konusunda mülazemat(bekleme süreci, son noktaya varmak için bazı basamakların sırasıyla çıkılma esası) usulü getirilmiş; bu da müderrisliğin itibarını arttıran ve müderris olmayı zorlaştıran, onu seçkin bir meslek haline getiren bir uygulama olmuştur.(Koçi Bey, 1993, 21; Baysun, 1993, 75; İzgi, 1997, I, 49 vd.; Özbilgen, 2003, 308). }}}
{{{İslâm târihinde ilk muallim ve müderris, Allahüteâlânın âlemlere hidâyet rehberi olarak gönderdiği Peygamber Efendimiz’dir. Müderris tâbiri onuncu yüzyıldan sonra yaygınlaştı. Medreselerde ders veren müderrise Dersiâm da denirdi. Müslüman Türk devletleri (Karahanlılar, Selçuklular, Türkiye Selçukluları ve bilhassa Osmanlılar) din ve fen bilgilerinin tahsil edildiği müesseselere ve buralarda ders okutan müderrislerin seçimine büyük önem verdiler. Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarındaki âlimler ve müderrisler daha ziyâde Türkiye Selçukluları ve civar Türk beyliklerinde yetişerek Osmanlı beyliğine intikâl etmişlerdi. Devletin genişleyip büyümesiyle, ilim adamları yetişmeye başladı. Gün geldi, Osmanlı medreselerinde yetişen Kâdızâde-i Rûmî ve başka bâzı âlimler ders vermek üzere başka İslâm memleketlerine gittiler. Bu hususta Fransız tarihçisi Lamartin, sultan birinci Murâd Han devrinden bahsederken: “Sultan birinci Murâd Han devrinde yetişen matematikçiler, fen âlimleri ve şâirler, Bursa’da doğup gelişen ilim ve edebiyatı İran’a, Orta Asya’ya kadar götürüyorlardı. Bursa kâdılarından birinin oğlu olan Kâdızâde-i Rûmî, Semerkand’a geometri öğretmeye gittiğinde, dersleri o kadar ilgi çekici oluyordu ki, ders verdiği saatlerde bütün şehrin kürsileri boşalıyor, hattâ müderrisler bile gelip talebesi oluyorlardı. Yine Bursalı âlimlerden Cemâleddîn Efendi, Arap lügatini ezbere biliyordu ve vazîfesi, sultan Murâd’ın medreselerinde dil öğretmekti.” ifadelerinde bulunmuştur.
Danişmendlik’in son kademelerinde muîdlik’ten sonra sıkı bir imtihandan geçen talebelere icazetnâme ve temessük denilen diploma verilirdi. Bunlarda umûmîyetle talebenin okuduğu dersler ve hocalar yazılır, sonra da icazetnameyi veren hocanın adı kaydedilir ve onun da hocalarının silsilesi sayılarak meşhur bir âlime kadar uzanırdı. Henüz muîdliğe çıkamamış talebelerin de bir hocanın dersini bitirdikten sonra diğer bir hocaya (müderrise) devam edebilmeleri için ellerinde temessük (o dersi bitirdiğine dâir belge) bulunması şarttı.
Müderrislerin medreselerde kalış müddetleri on yedinci yüzyıla kadar üç yıl olarak görülmektedir. Bu zamandan sonra bütün ilmiye sınıfı ile beraber müderrislerin de daha az zamanda terakkî ederek paye kazandıkları anlaşılmaktadır. Bir müderris, bulunduğu seviyeden üst payedeki bir medreseye terakkî ederken, şâyet boş (münhal) bir medrese mevcut ve başka istekli de yoksa, hemen tâyin edilirdi. Birden fazla istekli bulunması hâlinde aralarında imtihan yapılırdı. Rumeli ve Anadolu kazaskerleri huzurunda ve genellikle Zeyrek, Ayasofya ve Vefâ câmilerinde yapılan imtihanlar sözlü ve yazılı olmak üzere iki şekilde olurdu. Yazılı imtihan için müderrislere bir mes’ele üzerinde risale (tez) yazdırılırdı. Mülakatta ise, hem hazırladığı risaleden ve hem de muteber bir fıkıh kitabı olan Hidâye’nin bölümlerinden okutulup sorulur, kim üstün gelirse, münhal medrese ona tevcih edilirdi. İmtihanda muvaffak olamayanlar başka bir yerin açılmasını ve ikinci bir imtihanı beklerdi.
Medreselerin bir kurum niteliği kazanmaya başladığı Selçuklular döneminde müderrislerDîvân-ı Vezâret’ten çıkan ve Nizâmülmülk’ün imzasını taşıyan bir menşurla tayin edilirken daha sonraları bizzat sultanların ve halifelerin tevkīi ile de tayin edilmişlerdir(İbnü’l-Cevzî, XVI, 289; XVII, 173). Tayinlerde ilmî liyakatin yanı sıra hocaların kalitesi ve aldıkları icâzetin türü de önemliydi. Ahmed Çelebi, müderrisler için aranan şartların şunlar olduğunu belirtir: Vücut ölçülerinin uyumlu, ayrıca akıllı, kültürlü ve anlayışlı, âdil, iffet sahibi, gözü tok ve cömert olması. (İslâmda Eğitim-Öğretim Tarihi, s. 260). Müderrisler genellikle ömür boyu görevlerini sürdürmüşlerdir.
Bir şarkısın sen... ömür boyu sürecek... dudaklarımdan hiç düşmeyecek... Sonraki yazılarımda da inşallah konu devam edecek. Vesselâm.
R. Serdar Özmilli