Antalya’da, Serik’te iki lise öğrencisinin mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’e, topa vurur gibi tekme atması ve bunu bir marifetmiş gibi videoya alıp paylaşması toplumumuzda infial meydana getirdi. Videonun haber olarak medyada, sosyal medyada yayımlanması üzerine yetkililer harekete geçti, olaya savcılık el koydu, öğrencilerin kimlikleri tespit edildi. İdari soruşturma devam etmektedir şeklinde açıklamalar yapıldı.
Millî Eğitim Bakanlığı da konu hakkında “Bir lisemizde öğrencilerin sınıfta Kur’an-ı Kerim'e yönelik kabul edilemez davranışlarda bulunduğuna ilişkin sosyal medyaya yansıyan olayla ilgili öğrencilere disiplin işlemleri başlatılmıştır. Bu konuda ivedilikle Bakanlık müfettişi görevlendirilerek inceleme ve soruşturma başlatılmıştır. Soruşturma süreci Bakanlığımızca yakinen takip edilmektedir.” şeklinde yazılı açıklamada bulundu. Milli Eğitim Bakanı Özer “Kutsalımıza, Kur'an-ı Kerim'e, kutsal kitabımıza böyle bir yaklaşımı kabul etmemiz mümkün değil. Gerekli hassasiyetle süreci takip edeceğiz, gerekli cezayı vereceğiz.” diyerek konunun takipçisi olduklarını belirtti. Birkaç gün sonra, o meşum olayla ilgileri olan öğrencilerin örgün eğitimin dışına çıkarıldığı bilgisi basında yer aldı; öğrencilerin, doğru ya da yanlış “Onun Kur’an-ı Kerim olduğunu bilmiyorduk.” şeklindeki savunma ifade eden sözleri de. Öğrencilerle ilgili verilen kararın doğrulu da pedagoji açısından da tartışılabilir. Kararlar yanlışları düzeltmeye, doğruları ihya etmeye yönelik olmalı, öğrenciler kazanılmalı.
Kur’an-ı Kerim’e karşı yapılan bu hadsizlik, saygısızlık bir sonuçtur. Bu, sadece birkaç öğrencinin “işgüzarlığı” olarak geçiştirilemez. Bu vahim olayda öğrencilerin ailelerinden okul yönetimine, okul yönetiminden bakanlığa ve bugünün rejiminde yetkili ve etkili olan kim varsa topyekûn herkesin bir payı vardır.
Gelişen teknoloji ve iletişim; insanımızın, hatta ideal sahibi insanlarımızın da ağır imtihanı oldu. Güzel düşünce ve ideallerle yola çıkanlar, her türlü şartta ideallerine, öz niteliklerine, düşüncelerindeki tertemizliğe bağlı kalarak hareket edebilselerdi bugün toplum bambaşka olurdu. İdeallerin gerçekler karşısında iflas etmesi ideal sahibi olmayanlarla birlikte idealist insanları da büstün değerler dışına çıkmaya itmiştir. Nitekim “yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar” ile mücadele etmeye söz verip iktidara gelmiş olanlar, bugün bunların âlâsının topluma yaşatılmakta olduğu bir gerçektir.
Bir düşüncenin, bir kadro hareketinin olmazsa olmazı kendi ilkeleri ile hareket etmesidir. Her harekete asıl muhalefeti o erdem ve ilkelere uymayarak, aksi davranışlar sergileyerek yine kendi kadro ve mensupları eder. Bir de hareketin hareket noktası tez midir yoksa antitez midir burası çok önemlidir. Yeni bir tez ortaya koyamayan antitez düşünceler, yeni bir dünya inşa edemezler, karşı olduklarının zıddını ortaya koyabilirler ancak. Bu da insanlığa istenilen düzeyde bir huzur ve mutluluk getirmez, getiremez. Reaksiyon tavırlar daima öncelilerin kötü bir kopyası olmuştur.
Toplumu yöneten kadrolar bugün ideallerine uygun biçimde hareket edebilmiş olsalardı toplum bugünkü dejenerasyona maruz kalmaz, ahlaki yozlaşma, değerlerin tüketilmesi vs. söz konusu olmazdı veya yıkım en azından bu derece büyük olmazdı.
Düşünce ile hareket birbirine hem bağlıdır hem değildir. İyi bir düşüncenin bağlıları o düşünceyi iyi temsil edememiş olabilir. Bu, o düşüncenin kötü oluşundan değil, bağlılarının hayat karşısında yenik düşmüş olmasından kaynaklanır.
Bugün İslamî değer ve düşünceye sahip olduğunu iddia eden hâkim siyasî anlayış, reaksiyoner bir tavırla, antitez bir düşünce ile hareket ettiği için yola çıkarken söyledikleri “3Y” ile mücadelede başarısız olmuştur. Hatta daha beteri bir durumla toplum karşı karşıya bırakılmıştır. Basına yansıyan ifadelerinden hareketle bu reaksiyoner tavır, özetle “Öncekiler bu toprakların varlığını yediler, şimdi halk bizi iktidara getirdi, biraz da biz yiyelim.” şeklindedir. Oysaki bağlı olduklarını ifade ettikleri İslam’ın toplumu yönetme anlayışının böyle olması mümkün mü? Hangi seviyede olursa olsun toplumu yönetenlerin ne kadar ve kaç maaş aldıklarını öğrenmek isteyenler, bilhassa bunu fiili bir durum meydana getirenler Raşid Halifeler’in uygulamalarına bakabilirler. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer (radıyallahu anhum) bu konuda nasıl hareket etmişler? Acaba öğrenmeye cesaretleri var mıdır?
Bir de toplumda var olan ister STK deyin ister cemaat isterse siyasi parti -fark etmez- bunlar, birbirleriyle hayırda yarışmayı esas almaları gerekirken birbirini yok etme, yapılan hayırları baltalama esasıyla hareket etmiş ve etmektedirler. Halbuki İslam bunu mu emretmişti?
Kur’an’ın birçok ayetinde Cenab-ı Hak müminlerin hayırda yarışmalarını emreder: “Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın, (sınırlarda) nöbetleşin. Allah'tan korkun. Umulur ki kurtulursunuz.” (Âl-i İmran, 200), “Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahid-gözetleyici' olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.”(Mü’minûn, 48)
Hâl böyleyken Müslüman niçin “yarış”ı değil de “gasp”ı, başkasına ait mülkü “temellük” ile bu emirlere muhalif hareket eder ve etmektedir? Halbuki bu konuda da Müslüman ilahi ikazla karşı karşıyadır: “Ey iman edenler! Mallarınızı, kendi aranızda karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka, (hile, hırsızlık, faiz, karaborsa, yalan ve aldatma gibi) haksız ’nedenler ve yollarla’ (bâtılca) yemeyin. Ve kendi nefislerinizi de öldürmeyin (helâl ve meşru nimetlerden de kendinizi mahrum etmeyin ve intihara yönelmeyin)! Şüphesiz Allah, size çok Merhametlidir.” (Nisa, 29) Ortada bu kadar açık hükümler varken bir Müslüman nasıl olur da bu ikazları görmezden, duymazdan, anlamazdan gelebilir? Bunun psikolojik ve sosyolojik sebepleri var şüphesiz.
Dünya malı dünyayı süslü gösterdi, düşüncemiz antitez, davranışımız ve hareketimiz reaksiyon olduğundan, bu kadronun işleri ve işlemleri de reaksiyonerce oldu. Bu da iyilikte değil, kötülükte yarışı netice verdi. Dillerde güzellikler terennüm edilirken fiiller ona zıt istikamette gerçekleşti. Dillerimiz iyilikte yarışı anlatırken uygulamalarımız kötülüklerde yarış olarak cereyan ve tecessüm etti.
Güzel düşünceler de hayata geçirilmedi değil, Kur'an okuma yarışmaları düzenlendi. Kazananları, küçük büyük, az çok, altınla ödüllendirildi Ama Kur’an’ı anlama ve yaşama konusunda birbirimizi Kur’anca uyaramadık, o konuda yarışmadık. Kur’an’ı güzel okuma, kıraat etme, harflerin mahreçlerini doğru ve olması gerektiği gibi çıkarmaya gayret ettiğimiz kadar ayet-i kerimelerde insanlığa verilmek istenen mesajı doğru anlama çabasında olabilseydik. Kur’an’ın hükümlerini yaşamada birbirimizle, topluluklar hâlinde yarışabilseydik. Birbirine engel olma, onu yok etme yerine; “İyi ve hakkaniyetle yaşayan önde olsun!” diyebilseydik!.. Heyhat, Kur'an ne buyurdu ise bizler de ne yazık ki hep tersini yaptık!.. İşte bu yüzdendir ki Kur’an bir vadidedir, Müslümanlar bir vadide bugün!..
Oysaki Müslümanı, Allah’ın buyruklarını yaşama konusunda dünya menfaatleri, siyasi ikballer, makam ve mansıplar asla değiştirmemeliydi. Dahası Müslüman, kınayanın kınamasından korkmaması gerekirdi. Müslüman, kardeşine karşı alçak gönüllü, müşfik davranmalı idi: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” (Maide, 54)
Çoğunluğu Müslüman olan toplumuzda her fert kendine, “Kur'an'ı, İslam'ı yaşama endeksinde yerimiz neresi, neredeyiz, ben neresindeyim İslam’ın?” sormalı değil mi?
MAK Danışmanlık tarafından yapılan “Türkiye'de Toplumun Dine ve Dini Değerlere Bakışı” adlı araştırmaya göre, yukarıdaki sorumuzun cevabının pek de iyi olmadığını, %99’u Müslüman bildiğimiz toplumumuzda bu oranın %86’lara gerilediğini görüyoruz.
İslam’da iman bir bütündür; “Âmentü”nün altı esasına aynı derecede iman etmek esastır. Ama iman esaslarına inanma oranlarının farklı olduğunu görüyoruz. Bu da fertlerin dini bilme, anlama konusunda birtakım eksikliklerinin olduğu bize göstermektedir. Araştırmanın detayını internetten bakabilirsiniz.
Kur'an'a saygısızca davranan bu öğrenciler bir sonuç. Peki bu sonucun sebeplerine inmeye cesaretimiz var mı? Soralım kendi kendimize; Kur'an ayetleriyle dalga geçen mütekebbirleri siyaseten bizden diye alkışladık mı alkışlamadık mı? Alkışlamanın ve onları aklamanın ötesinde makam ve mansıpla ödüllendirdik mi ödüllendirmedik mi? Siyasi tarafgirliğimiz sebebiyle nice güzellikleri yok ettik mi etmedik mi?
Bugün toplumu yönetme, idare etme, güzelce hükmetme makamında olan her bir fert kendine şunu sormalı: “Bu toplumun iyiliği için ne yaptım, hangi kötülüklere sebep oldum?”
Dünyada da, ahirette de hesaba çekileceğiz; bu bir gerçek. Ama erdemli insan, önce kendini hesaba çekebilen, kendini her daim iç denetiminde tutabilen insandır. Eğitimci-yazar Yaşar Çağbayır Hoca ne güzel bir dilekte bulunmuş, yeni yayımlananYatağan romanında: “Keşke siyasetçilerimiz de böyle [Yani aldığını geri vermek ya da verdiği kadar almak...] düşünse... Ya da vaktiyle davar gütmüş olsalar... Ben olsam meclisin kapısına “Vermeden almak, almadan vermek olmaz,” yazardım. Yaradan bile yarattığı kulunun ve bütün yaratılmışların rızkını veriyor önce... Hesabını daha sonra soruyor. Onlar da vaatlerle aldıkları oyların karşılığını, vaatlerinin yarısı kadar olsun geri verseler... Vaat ve oy karşılıklı sözleşme değil midir? Ama yerine getirilmeyen vaadin hesabını soramıyoruz...
Onu da “Mutlak Hesap Sorucu”ya havale etmekten başka bir şey gelmiyor elden... Verdiği sözü tutmayanlar, zannediyorlar ki bunun hesabı sorulmayacak.”
“Kenar-ı Diclede bir kurt kapsa koyunu,/ Gelir de adl-i ilâhi Ömer’den sorar onu!” (Mehmet Akif Ersoy) anlayışı ile iktidara gelenlerin iktidardan giderken kaybolan nice koyunların hesabını vermeyeceklerini düşünmeleri söz konusu olabilir mi? Demokrasi çerçevesinde kulları sormasa bile “adl-i İlahi” sorar onu, soracaktır da! Zerre iyilik yapan da iyiliğinin mükafatını, zerre kötülük yapan da kötülüğünün karşılığını, cezasını görecektir.
Hiç şüphe yok ki toplumun bu hâle gelmesinde -iyisiyle kötüsüyle- yirmi yıldır iktidarda olan hâkim siyasi düşüncenin payı büyüktür. Son on yılında bu pay daha çok onlara ayrılmıştır. Çünkü, bu son on yılda, onların “İktidar olduk ama muktedir olamadık.” bahaneleri tastamam ortadan kalkmıştır. Bundan dolayı sorumluluğun çoğunluğundan fazlası onlara aittir. Şu da bir gerçek ki istemeyene bahane çoktur.
İnsanlar yarışı yanlış anladı. İyilikte, hayırda yarışmak tavsiye edilmişti insanlığa. İnsan ise zulümde yarışı seçti. Ya zulmetti ya zulmü seyretti veya zulme sessiz kaldı, içten içe ohlar çekerek ah edip ağlattı masumları, onların ahını aldı. Oysaki adalet herkese lazımdı!
Hayırda yarışmayanlar, şerde yarışmayı seçmiş olur. Şerde yarışanların da iyilikleri yok etmek ve kötülükler biriktirmekten başka bir birikimleri asla söz konusu olamaz. Değerlerin değerinin kaybolması işte bu kötülükte yarışın bir neticesidir.
Hukuktaki "Usul, esastan önce gelir." kaidesi de yanlış anlaşıldı. Nasıl mı? Değerlere sadece şekil açısından bakıp onu şeklen muhafaza etmek, ona sahip çıkmak değildir. Esasen değerlerin içi boşaltıldı. Her yan değerle dolu ama değerlerin içi boş! Her yerde insan var ama insanlık yok!
Eh, ne diyelim “Kimi dosta gider, dosta bendolur/ Kimi nefse uyar, kahrolur gider” “H.A. Soyyiğit) Rabbim ahir ve akıbetimizi hayr eylesin, kahrolanlardan değil, Razı olduğu kullarından eylesin. Âmin.