Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.
A. Hamdi Tanpınar
Hiç "Zaman, gerçekten para mıdır?" diye düşündünüz mü? Bunu bir mecazdan ibaret sayabiliriz; sonuçta “vakit nakittir” lafını çok duymuşuzdur. Ama Zamana Karşı (In Time) filmi, bu soruyu öyle bir ciddiyetle ele alıyor ki, insan ister istemez durup düşünüyor: Ya hayatımızın her anı gerçekten bir banka hesabındaki bakiye gibiyse? İşte bu film, bizi böyle bir dünyaya götürüyor.
Düşünsenize, 25 yaşınıza bastığınızda biyolojik bir sayaç devreye giriyor ve sahip olduğunuz tek şey, kolunuzda dijital olarak akan bir zaman dilimi. Para yok, cüzdan yok, sadece “zaman”. Çalışarak zaman kazanıyorsunuz, bir kahve içmek için birkaç dakikanızı ödüyorsunuz, otobüse binmek için birkaç saat harcıyorsunuz. Ama o birkaç dakika bittiğinde ne oluyor? Tabii ki hayatınız da sona eriyor. Ürkütücü, değil mi?
Bu fikrin ardındaki sistem tam bir kapitalizm eleştirisi gibi duruyor. Zenginler zamanlarını biriktiriyor, hatta yüzlerce yıl boyunca yaşayabiliyorlar. Fakirlerse sabahtan akşama kadar çalışıp, ellerindeki birkaç saatle günü kurtarmaya çalışıyorlar. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi: Bazıları her gün lüks içinde yaşarken, diğerleri bir sonraki öğünü nasıl karşılayacağını düşünüyor. Filmdeki zaman bankaları ve borç alıp verme dinamikleri, günümüz bankacılık sistemine oldukça benziyor aslında.
Peki, bu sistem bize neyi anlatıyor? Zamanın kendisi bir meta hâline gelmiş burada. Tıpkı bugün her şeyin parayla ölçülmesi gibi, bu distopik dünyada da hayatınızın değeri tam olarak ne kadar zamanınız kaldığıyla ölçülüyor. Düşünsenize, bir günde kazanabildiğiniz tek şey, ertesi gün hayatta kalmanızı sağlayacak kadar zaman. Bu, biraz da günümüz asgari ücret mantığına benziyor. Çalışıyorsunuz, kazanıyorsunuz, ama sadece hayatta kalmaya yetiyor.
Filmdeki başkahraman Will Salas’ın yaşadığı mahalle, sürekli koşuşturmayla dolu bir yer. İnsanların sürekli acele ettiğini görüyorsunuz, çünkü yavaşlamak demek, zaman kaybetmek demek. O sahnelerde gerçekten şunu düşündüm: Biz de böyle yaşamıyor muyuz? Sürekli “geç kalıyorum”, “zaman yetmiyor” demiyor muyuz? Hayatlarımızın her anı bir şeylere yetişmeye çalışmakla geçiyor. Acaba bu acele, gerçekten zamanımızın azlığından mı, yoksa daha fazlasını istememizden mi kaynaklanıyor?
Filmde beni en çok etkileyen şeylerden biri, zenginlerin zamanı kullanma biçimiydi. Onlar acele etmiyorlar. Yavaş konuşuyorlar, yavaş yürüyorlar, çünkü binlerce yıllık zamanları var. Bu detay, aslında sınıfsal farklılıkları çok çarpıcı bir şekilde özetliyor. Fakirler hızlı yaşamak zorunda, zenginlerse yavaşlamanın tadını çıkarıyor. Buradan çıkan mesaj çok net: Zaman, sahip olan için bir lüks, olmayan içinse bir zincir.
Bir sahnede, Will ve Sylvia zamanla dolu bir kasayı fakirlere dağıtıyor. İnsanların yüzlerindeki mutluluğu görüyorsunuz. Ama sonra sistem hemen devreye giriyor ve fiyatlar artıyor. Daha fazla zamana sahip olmak, fakirlerin hayatını kolaylaştırmak yerine, sistemi daha da karmaşık hâle getiriyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi: Daha fazla para kazanırsınız, ama bir bakarsınız ki her şeyin fiyatı artmış. Kazandığınız ekstra para, size neredeyse hiçbir şey kazandırmamış.
Filmin bir de felsefi tarafı var. Zamanı sadece bir meta olarak değil, aynı zamanda bir yaşam anlamı olarak da sorguluyor. Sonsuz yaşama sahip olmak ister miydiniz? İlk bakışta “Evet!” diyebilirsiniz, ama düşünün: Sonsuz yaşamak gerçekten yaşamın anlamını azaltmaz mıydı? Hayatın tadı biraz da onun sınırlı olmasından gelmiyor mu? Filmde zenginlerin ne kadar “hayattan kopuk” olduklarını izlerken bu soruyu daha derinlemesine düşünmeye başlıyorsunuz.
Son olarak, “Zamana Karşı” bir filmden çok daha fazlası. Kapitalizmi, eşitsizliği, sınıfsal farkları, tüketim kültürünü ve hatta yaşamın anlamını sorgulatan bir yapım. Ama bunu boğucu bir şekilde değil, akıcı bir hikâye ve etkileyici bir aksiyonla yapıyor.
Düşünün: Bugün elinizde ne kadar zamanınız var? Eğer zamana bu kadar bağımlı bir dünyada yaşıyor olsaydık, farklı bir şey yapar mıydınız? Yaşamayı biraz olsun yavaşlatır mıydınız, yoksa tam tersine hızlanır mıydınız? Belki de en önemli soru şu: Zamanın değerini, onu kaybetmeden önce anlayabilecek kadar farkındalıkla yaşıyor muyuz?
Yazımı Hilmi Yavuz’un Erguvan ve Zaman şiiriyle bitireyim:
“yolların yaprağa
yaprağın yollara
dönüştüğü zaman
dili kuşatan erguvan
olur, bekleyiş, bekleyiş...
acının hangi yanından
geldin, yollara belenmiş?
sendin
bir gülü söyleyiş, sen
şiirler şiirini buldum
desen de yine, o yaban
düşünce vasfında, yasak
ve zakkumlu
şiiri özleyiş...
işte Zaman: ağır meneviş
mevsimi giderek kaybolan Söz'ün
hüzün: saati henüz'ün
aşklarsa hep bir özdeyiş
gibi söylenir oldu artık...
birden far kettim, ne tuhaf!
yüzündeki o göle benzeyiş ...
kuşatıldım, her yanım
kar kar diye tepelenen
gecelerden onca geniş
bir keten
ötelerden, ötelerden
şiirdi
ölümü söyleyiş
ve tekrar söyleyiş...”