Kimse göründüğü kadar dayanıklı değildir.Sadece görünmeyen yangınlar, duyulmayan fırtınalar, gizlice çürüyen ruhlar vardır, der Sâdık Hidayet. Evet, ateşe dayanıklı elbiseler, malzemeler yapılabilir ama bu onların hiç ama hiç yanmayacağını göstermez. Her şeyin ısıya karşı bir dayanma derecesi vardır. Buna insanoğlu olarak bizler de dahiliz. Hatta belki de bir ironik hatırlatmada bulunmak amacıyla denir ki ateşe dayanabileceğin ölçüde günah işle!
Hepimiz hesaba çekileceğiz; bunu neredeyse hepimiz biliyoruz. Ancak, hesaba çekilme duygu ve düşüncesi bizi belki bu hayattan istediğimizölçüde – belki de nefsimizin istediği – tat almak için hep geri plana itilmekte, dolayısıyla hesap, kitap, ahiret yokmuşçasına bir seküler hayatı tercih etmekteyiz. Seküler hayat yaşayanların hesap kitap bilmez olarak nitelendirmek elbette büyük insafsızlıktır. Hayatta öyle kişi ve durumlarla karşılaşıyoruz ki en dindarımızda görülmesi gereken bir özellik sadece ve sadece o seküler hayat tarzını benimseyenlerde rastlanabiliyor. Bununun için İsmet Özel ne kadar da haklıdır: “Hak yemek, sol elle yemek yemek kadar dikkat çekmedi bu ülkede.” Bu yerinde bir tespit, öyle ki birçoğumuz bunu daha fark edebilmiş değiliz. Hatta İslami duygu ve düşüncede olan nicelerimiz var ki davranışlarımızın yüzde doksanı belki de daha fazlası İslam’ın değer ve yargılarıyla taban tabana zıt durumda. Meseleler, kul hakkı açısından değerlendirilse, davranışlarımız ona göre ayarlansa bir haksızlık hukuksuzluk yapılabilir mi? Buna imkân var mı gerçekten? Yüce Rabbimiz, “Kul hakkıyla Huzuruma gelmeyiniz.” buyurmuyor mu? O hâlde inandığımızı ifade ettiğimiz, günde en az kırk defa “Allah’ım, bizi doğru yola, Senin yoluna ilet!” diye dua dua yalvardığımız hâlimizle bu davranışımız arasında bir çelişki yok mu? Bu çelişkiyi bize yazar Faruk Köse de haykırır: “Kulhakkı, günümüz Müslümanının en çok ihlal ettiği haklardan. En çok dikkat etmesi gereken hususta en çok duyarsız ve umursamaz davranıyor.” Haksız mı?
Konunun güncelliği belki de Adana Aladağlar’da çıkan bir yurt yangını. Ama bu yangın içimizde ve toplumumuzda hatta bilhassa İslam dünyasında yaşanan yangınlarından sadece bir tanesi. Yanı başımızda cereyan ettiği için daha çok dokunuyor, kalbimizi daha çok titretiyor. Hangi yangın olursa olsun, yangın isterse bir evde, isterse toplu kalınan bir mekânda çıksın, hiç fark etmez, yangına sebep olanlar, bunun hesabını mutlaka vermelidir. Yangın kelimesinin hem gerçek hem mecaz anlamı olması hasebiyle meseleyi her iki anlamda da düşünerek irdelemek lazım.
Tatlı tatlı uyurken, hiçbir şeyden haberi olmaksızın, uykunun belki de en tatlı yerinde kızgın alevler bir anda etrafını çepeçevre sarmış, uykunun sersemliği içerisinde ne yapacağını bilemez bir şekilde belki de ateşin üzerine üzerine gidiyoruz; ama ateşi söndürmeye ne alet edevatımız ne de imkânımız var. Ateşin içinde olanlar, onu söndürme konusunda ne yapabilir ki! Ateşin dışında olanlar, uzaktan uzaktan, itfaiyenin gelmesini bekleyebilir, ateşe başkalarının karışmasına bir nebze engel olabilir belki. Ötesi, ötesi yok; çaresizce, içindekilerle birlikte var gücüyle yanmaya çabalayan, evi, yurdu, mekânı hâsılı kızgın alevlerden yükselen ateş heykelini izlemekten başka ne yapabilir ki!
Yangını söndürmenin çaresi yangından öncedir.Yangından önce hangi mülahaza ile olursa olsun, gerekli tedbirleri almayan yetkililer hesap vermelidir. Onlar bu dünyada hesaba çekilmeseler dahi tam adaletin hâkim olacağı, kimsenin kimseye haksızlık edilmeyeceği o “Yüce Divan”da mutlaka ama mutlaka hesaba çekilecekler. Buna şüphe yok; insan aklından şüphe edebilir ama bundan şüphe etmesine hiç gerek yoktur.
Şiirimizde yangın değişik yönleriyle de ele alınarak bu önemli olguya dikkat çekilmiştir. Yukarıda da ifade ettiğim gibi yangın kelimesini mecaz anlamıyla da değerlendirerek konuyu ele almakta fayda var: Erzincanlı Salih Baba bir gazelinde “Yetiş ey keştibânım büsbütün deryada yangın var/Değil derya yalınız cümle hep sahrada yangın var.” diye haykırarak kaptanı göreve çağırır ve yangının deryayı ve çölleri kuşattığını söyler. Dahası, birlik bahçesinin güllerinin açılmasıyla o bağın bülbüllerinin mest olduğunu söyler ama sözü, bülbüllerin mest oluşu yarım kalmıştır. Çünkü yerde, gökte, dünyada ve içindekilerde hep yangın vardır. Gazel, yangının başka başka hususlarını da dile getirerek devam eder. Tıpkı her gün farklı bir yangında yanıp kül olduğumuz gibi.Nasıl yanıp kül olmayalım ki hem maddi hem manevi olarak her gün hangi yangınla karşılaşmıyoruz ki… Fuzulî gibi demek geliyor içimden “Felekler yandı âhımdan, muradım şem’i yanmaz mı?”
İhtiraslarımız yüzünden kaç nesli ateşlere saldık, farkında mıyız? Sebep olduğumuz yangınlar karşısında yok olup giden canları, hayatları, değerleri gördükçe bir an olsun içimiz cız ediyor mu? Siyasetin günlük kısır çekişmeleri, hayata, olaylara, insanlara bu kör bakışı altında rikkatli kalplerden bir eser kaldı mı? Televizyonlarda film izliyoruz sanki, acılarla yüklü yüreklerin acısı daha dinmeden yeni bir acı başlıyor. Ama acılar zinciri içerisinde hapsedilen bir dünyada kalbimiz de duygu zehirlenmesi yaşıyor. O da artık duyma, hissetme, vicdanları diri tutma vazifesini ne yazık ki yapamaz hâle gelmiş vaziyette.
Yurdumuzun değişik bölgelerinde farklı sebeplerle yaşanan acılar var. Bu acılarda açılarak gark olan yavrular var; o yavruların çığlığını duyabiliyor muyuz? O kör bakışlar, vicdanlardan yükselmesi gereken nidaları da zapturapt altına almış, kalplerimiz sığ ve ayaksız göller gibi, ruhlarımız, vicdanlarımız tefessüh etmiş, duruluğunu kaybetmiş. Acıları bile bölüyoruz; bizimkisi olunca acı, ötekinin olunca dilimiz ve vicdanımız lâl kesiliveriyor. Oysaki böyle mi olmalıydık? İnsan hakları evrensel beyannamesinin ilk ve en önemli unsurunu bütün insanlığa ilan eden Kâinatın Efendisi’ne (sallallahu aleyhi vesellem) ümmet olma şerefine eren, en azından bunu beyan eden İslam dünyasında yaşanan bunca acı, bunca haksızlık ve zulüm!..
Halep yanıyor, Halep’te Müslüman kardeşin yanıyor… Halep’te insanlık yanıyor? Ey azıcık bir dünya menfaati yüzünden bu dünyanın yaşanmaz hâle gelmesinde, acıların acılarla çoğaltılmasında zerre kadar emeği (!) olanlar, ne olur, sizleri bir dakikalığına olsun insanlığa çağırıyorum; duyun feryatları, duyun! Duyun ki yerlerinden, mülklerinden hepsinden önemlisi canlarından, evlatlarından olanların bir an olsun insan olduğunu düşünün! O bir anlık düşünmeniz belki de sizi “insan” olarak kalmanızı sağlar.
Yangınların söndürülmesi, yaşanmaz hâle getirilen şu fani dünyanın çok yangın (*) olması mümkün mü? Elbette mümkün. Yüce Rabbimizin emir ve yasaklarına tam anlamıyla riayet edebilsek, çeşitli sebeplerle körelen, öldürülen vicdanımızı tekrar diriltip kendine gelmesini sağlarsak bu mümkün. Haksızlıkların, zulümlerin son bulduğu, herkesin kendi görev alanı içerisinde hak ve hukuka riayet ettiği, vazife ve sorumluluklarını bildiği ve yerine getirdiği dünya dileğiyle.. Hayatınız yangın (*) olsun, varsın tadından yaşanmaz gibi olsun.
(*) Yangın kelimesinin bazı yörelerde “Bu pekmez çok yangın. Aşure çok yangın olmuş.” örneklerinde olduğu gibi. “tatlı, aşırı tatlı” anlamı vardır: