Zamanın durmadığı, değiştiği bir demde mekânın sabit, değişmez olarak kalması mümkün mü? O da değişir, başkalaşır; nitekim dün olanla bugün olan aynı değildir. İster madde âleminde isterse mana âleminde, sabit kadem olan hiçbir şey yok; her şey hareket hâlindedir. Hareket edenler de elbette bir değişim hâlindedir.
İnsan olarak ruhlar âleminden geldik, kısa bir anne rahmi durağında şekil alıp dünya elbisesini giydik. İndik dünya durağına bir süreliğine buraya uyum sağlayarak yaşadık, ömür sürdük. Bunu yaparken “kendimizi inşa ettik.” Daha sonra da Hz. Âdem’den beri olduğu gibi kâinatı ve içindekileri yaratan Allah’ın huzuruna doğru yolculuğumuza devam ile bu dünyadan göçüp berzah âlemine geçiş yaptık, yapacağız. O geçişin adını mevt/ölüm koyduk; bu, bazılarımız için “düğün gecesi” yani “vuslat” bazılarımız için ise “kayıp” oldu.
Ölüm bir gerçek; bundan yaklaşık elli yıl önce dedem, kırk yıl önce ninem, otuz yıl önce babam bu dünyadan ebedi âleme göçtüler; Allah onlara rahmet eylesin, mekânları cennet olsun. Her dem her an, her gün ölümler yaşanıyor, kimine şahitlik ediyoruz, kiminden haberdar bile olamıyoruz. Ölümün varlığını görüp hissedebilmek için aslında o kadar da çok uzağa gitmemize gerek yok. İçinde bulunduğumuz sonbahar mevsimi tam da ölümü, değişimi anlatır bize. Yeter ki anlamak isteyelim.
Sonbaharda bir çekirdek, bir tohum olarak toprağa düşüş, ilkbaharda fide olarak yeni bir hayata doğuş söz konusu. Bu, öteden beri sürekli deveran eden bir sistem. Bu sistemi inşa eden, yaratan Allah, bütün zamanlara, bütün mekânlara ve lâmekânlara hakimdir; onların yegâne yaratıcısıdır, düzenleyicisidir. O, yarattıklarının da ihtiyaçlarını karşılayandır. Bu sistemde görüldüğü gibi hayat bu dünyadan ibaret değil. İnsan, ebediyete, sonsuzluğa âşık olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı hiç de ölmek istemez o. Hangimiz isteriz ki? Hiç ölmeyecek gibi dünyaya sarılışımızın başka bir sebebi var mı? Bedenlerimiz yaşlansa bile ruhlarımızın her dem burada hiç yaşamamış gibi bir hâl içinde olmasının başka bir izahı var mıdır?
Hayatı bu dünyadan ibaret görmeyenler için ölüm; bir durak değiştirmedir, birinden kalkıp diğerine yürümektir. Madde âleminden manevi âleme, bedenden ayrılıp ruhun durak sınırlarına ermektir. İnsanların kalbinde, ideallerinde, eylemlerinde yaşamaya devam edenler için ölüm yokluk değildir, onlar için ölüm yoktur âdeta.
İnsan varlıkların en şereflisi olarak yaratılmıştır ve insanlık bahçesinin de açan Tek Gül’ün (sallallahu aleyhi vesellem) de ebedi âleme göçmesi sırasında ortaya koyduğu ibret-âmiz tavrı, bizim ebediyete ait olduğumuzu göstermez mi? İki Cihan Güneşi, Allah’ın (cc) Son Elçisi Peygamber Efendimizin (s.a.s.) vefatı esnasında telaffuz ettiği son cümle “Allah’ım, beni affet ve En Yüce Dost ile beraber kıl." olmuştu. Aslolan, “Yüce Dost”a erebilmektir.
Büyüklerin sözü olarak öteden beri nakledilen "Dost istersen Allah yeter. Evet, o dost ise her şey dosttur.” (Sözler) sözü bize gerçek dostun kim olması gerektiğini ortaya koymuyor mu? Sonra kendimize dışarıdan bir kişi olarak ciddi ciddi soralım:
Senden razı olan kim; Şeytan mı Rahman mı? Kimin değirmenine su taşıyorsun; mazlumların mı zalimlerin mi? Kimin, kimlerin sözüyle ve hangi mantık ve ölçüyle hareket ediyorsun? Fettanların, fitnebazların, toplumu bölenlerin, menfaatperestlerin, ikiyüzlülerin, gasıpların mantık ve sözleriyle mi yoksa hakkın, hakikatin, iyiliklerin, güzelliklerin, mağdurun, mazlumun özgürlüğü, her türlü hakkı, hukuku, malı ülkü elinden alınarak hukuksuz tutukluluk ve yargılamalarla hakkında hükümler tesis edilmiş mahkûmun, mazlum ve maznunun mantık ve sözleriyle mi? Yarın mahşerde kiminle ve kimlerle haşrolmak istersin? Bilesin ve biliniz ki bu dünya geçici, “Burada hiç kimse durucu değil”; zalimi, münafığı da mazlumu, maznunu ve mahkûmu da... herkes ve hepimiz bir müddet burada yaşayıp ebediyete göçeceğiz. Ebediyette de yaptıklarımızın ve yapamadıklarımızın hesabını vereceğiz.
Ebediyete göçtükten sonra kimin ve nelerin seni karşılamasını istiyorsan bir tarla, bir hazırlanma meydanı mahiyetindeki bu dünyada öyle davran, öyle hareket et.
Ebediyette meleklerin, ruhanilerin, hak dostlarının, peygamberlerin dahası ve en önemlisi Allah’ın razı olduğu bir hâl ile karşılanmak istiyorsan “O’nun rızası” istikametinde bir hayat sür!.. Evet, sözlerimiz, söylemlerimiz, eylemlerimiz bizi nereye götürüyor, bunu hep sorup sorgulayarak yaşayalım.
Özellikle güneş tutulmalarının yaşandığı böyle fetret dönemlerinde İki Cihan Güneşi’nin (sallallahu aleyhi vesellem) bilhassa kul hakları konusundaki “Dilini tutan kurtuldu.” ikazlarına kulak vererek dedikodu, gıybet, yalan ve iftiradan dilimizi koruyalım. Unutmayalım ve unutmamak gerekir ki başkalarına sövüp sayarak, küfrederek, bühtanda bulunarak iftira ederek, koğuculuk yaparak hiçbir iyilik, sevap elde edilemez; bu yolla ebedi hayatımızın kurtuluşuna da imkân yoktur. Kirli su, asla temizleyici değildir. Kirli hâller de bir arınmadan, arıtmadan geçmeden iyilik beldesini asla temiz kılamaz.
Kendilerini neyin paklayacağını bilmeyen gafiller, nâdanlar -güya erbab-ı ilim- tutmuşlar, algılara kanıp iyi insanlara insanlığa sığmayacak derecede rezillikle hezeyanlarını kusuyorlar. Dini vecibelerle bile siyasi çıkarları uğruna dalga geçiyor, cenaze namazı için “ceset ayini” deme pespayeliğini, alçaklığını bir meziyet sanıyorlar. Yazıklar olsun onlara ki onlar kendi dilleriyle kendilerini yazık etmişlerdir. Evet, insan istifra ediyor, kusuyorsa bu yedikleri sebebiyledir, kustukları da neleri yemişse onları ortaya koyar. Safra olarak dışarıya attıkları yediklerinden başka bir şey değildir.
Toplumun, milletin menfaati için bir gram iyilikte bulunmamış olanlar, iyilikleri bulunmayanlar her daim “Rabbena hep bana” deyip helal haram demeden, hapır hupur yutanlar, vakit bu vakit deyip ömrü daima iyilikleri, güzellikleri çoğaltabilmenin derdi ve ızdırabıyla geçmiş insanlara kara çalma yarışına giriyorlar. Bilmiyorlar ki çaldıkları kara aslında kendilerinedir.
Herkes kendi defterinin sayfasını dolduruyor. Şu hayatta herkes kendi defterine kendi iradesi ve çabalarıyla bir şeyler yazıyor, kaydediyor. Ama bu dünyaya ama öbür dünyaya yönelik; bir gerçek var ki bu dünya için yazılanın da öbür dünya için yazılanın da hepsinin hesabı aynı şekilde öbür dünyada görülecek. Yarın mahşer gününde; defterlerimize yazdıklarımız, kaydettiklerimiz doğruluk, hakkaniyet ve hukuk testine tabi tutulduğunda onların ne menem bir şey olduklarını ayan beyan göreceğiz. Herkes görecek ve herkes hak ettiğince hakkını alacak; bunda şüphe yok!..
Güneş balçıkla sıvanmaz ama zaman zaman güneş tutulmaları yaşanabilir, yaşanıyor da… Bugün yer yer parçalı yer yer tam güneş tutulması hâllerini yaşıyoruz, bunlara şahit oluyoruz. Hakkın, hakikatin, güzelin, güzelliğin, iyinin, iyiliklerin güneşleri kapkara zihniyet bulutlarının, dünyaların iyilik, güzellik, barış güneşlerinin önüne perde olmuştur. Kimi ateşböcekleri bundan istifade ile kendini gösterme, “en aydınlık benim, biziz” hezeyanları ile toplumun ikbaline, istikbaline de kara çalmak derdindeler, eylemindeler. Ama gel gör ki okumayan, düşünmeyen, akledip sorgulamayan bir toplumda bu tür tam güneş tutulmalarının yaşanması ve toplumun bir süreliğine karanlıklara gark olması mukadderdir, şimdi o mukadderatı toplum olarak tecrübe etmekteyiz. Zira kadar gayrete âşıktır, toplum olarak gayretlerimiz o yönde olmuştur ki bunlar başımıza gelmektedir.
Geçenlerde öğrendiğim bir husus: 1950li yıllarda Cumhuriyet Gazetesi nazım Hikmet’in fotoğrafını gazetede okurların “tükürmesi için” basıyor. Aynı gazete geçenlerde verdiği Cumhuriyet Kitap’ta Nazım’ın lehinde onun için dosya hazırlayarak okurlarına olumlu anlamda tanıtıyor. Dün hain ilan edilen bugün kahraman olarak tanıtılıyor, anılıyor. Onun için kimin ne dediğinden ziyade, neyi, niçin savunduğumuza ve yaptığımıza odaklanmalı. Bunun dışındaki dedikodulara, şarlatanlık yapanlara kulak asmaya, onların boş hevesleri için enerji tüketmeye gerek yok. Bir dem gece olur, bir dem sabah; gecede yapılacak olanı yap, sabaha huzurla ulaş. Gündün de gündüz yapılması gerekeni yap, Huzur’a “mutmain” olarak vasıl ol, ebediyette rahat et!..
Biz de Allah Resulü (s.a.v.) gibi diyelim: "Allah'tan başka ilah yoktur. Şüphesiz ölümün büyük zorlukları vardır. Allah'ım beni bağışla, bana merhamet et ve beni Refik-i a'lâ'ya (Yüce Dost’a) ulaştır." Âmin. Rabbim bütün geçmişlerimize rahmet eylesin, mekânlarını cennet, makamlarını âli eylesin. Bizleri de güzel ölümler nasip edip güzel insanlarla haşreylesin. Vesselam…