Tıbbi bir gerçektir ki her ilaç aynı hastalığa karşı, farklı kişilerde, farklı etkiye sahiptir. Çünkü her insan bedenen ve ruhen farklıdır. Bu farklılık ona değen her şeye etkisinde, onun tepkisinde de görülür. Nitekim yalanlara alışmış bünyelere doğruluk iksiri şifa değil, tastamam bir zehirdir. O bünye o şifayı, zehir kabul ettiğinden almak istemez, alamaz da!..
İnsan bu; hayatına zevk, heyecan, enerji vb. katan her ne varsa daima onu almak, onunla hemhal olmak ister. Bu biraz da kişinin fıtratıyla da ilgilidir. Elbette alışkanlıkları, doğal ve sosyal çevresi de bunda etkilidir. İnsan dağ başında yalnız bir ardıç değildir; toplumun içinde, insanların içinde, kendi kendisinin içinde bir varlıktır o. Bir insandan birçok insan çıkarabilirsiniz. Yunus, yüzyıllar öncesinden büyük şelale sesiyle “Bir ben vardır bende benden içeru!” diye haykırmıyor mu? Haykırmak avaz, avaz büyük sestir; hakikatin her nefese, cana değmesi için verilen büyük uğraş ve devasa bir cehttir…
Gerçekte insan, nerede durmalı ve olaylar karşısında nasıl bir tavır takınmalıdır? Aslında çok basit ve çok bilindik bir cevabı var bu sorunun. Öyle olduğu kadar, cevabının gereğini yerine getirmenin bir o kadar da çok zor ve güç yetirilemez olduğunu söylemeliyim.
Neden mi zor? Kime sorarsanız sorunun; herkes iyilikten, güzellikten, birlik ve beraberlikten, adaletten, hak, hukuktan, zulme, zalime karşı olmaktan yanadır. Toplumun o kadar az, marjinal mı marjinal, azlardan az bir kısmı -ki onalar psikolojik olarak hastalıklı olarak görmek de mümkün- bu saydığım güzelliklerden haz etmezler. Bunlar o kadar azdır ki -Kur’an’ın ifadesiyle- bunlara “şirzime-i kalil” yani “çok küçük bir topluluk” demek de mümkündür.
İnsanın aklına hemen bir başka soru geliyor: Toplumun büyük bir çoğunluğu, neredeyse hepsi, bu kadar iyilik, güzellik ve hakkaniyet taraftarı ise toplumun bütün hücrelerine sirayet etmiş olan bunca kötülük virüsünün kaynağı nedir? Kötülükler niçin halka halka çoğalmaktadır?
Bunun cevabını bir dostum, arkadaşım şöyle vermiş. Bu cevabında bence haklı da: “Herkes birliğe âşık!..
Ne var ki birlik diyen diller dirliğin ve birliğin sadece ve sadece kendi birinde ve dirliğinde olmasını arzuluyor!” Durum aynen böyle!.. Peki, sadece bundan mı ibaret; elbette değil. Dahası var; yukarıda da ifade edildiği gibi herkes adalete âşık, herkes hukuku savunuyor, herkesin dilinde liyakat… Fakat herkes bu güzellikleri sadece kendisi, çevresi, camiası, siyaseti, politik aidiyeti için istiyor. Diğerleri için benden sonrası tufan diyor!.. Temel sorun burada; ateş düştüğü yeri yakar deyip geçiyor herkes. Karşıda yangın var, o yangının ışığından ve ısısından istifade etme gayreti ve derdinde. Oysaki ki insan olan insan, şöyle demeli değil miydi: “Ateş nereye düşerse düşsün o beni yakar!”. Çünkü Tolstoy “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.” der; bu insan olmanın gereğidir.
Ateş düştü evlere, yüreklere, beldelere, köylere, koca koca şehirlere, mini mini kalplere!.. Toplumun birçoğu bu ateşi söndürmek yerine körükle gitti oraya. Ve ateş çoğala çoğala yok oldu toplumsal birlik ve beraberliğimiz!.. Oysaki madem ekseriya herkes ve hepimiz iyilik ve güzellik taraftarıyız. Yakın zamanda yaşadığımız yıkımı, büyük deprem felaketinde olduğu gibi, büyük sosyal olaylarla toplumun bütün birlikteliklerini yıkarak yok eden, her türlü yıkıcılığını ifa edenler karşısında tek yürek olup birlik ve beraberlik içinde yaraları sarma, yıkımları onarma, yıkımın altında kalmış olanlara el uzatma, yanmakta olan canları kurtarma dert ve telaşı içerisinde olmalı değil miydik? Bu, kötülükler içinde kalkmaktan, ona taraf olmaktan daha iyi değil miydi?
“Yangın var mı, var; hem de alevleri göklere ulaşmış. İtfaiye teşkilatı yok diye onu söndürmekten vaz mı geçeceksin? İnsan bu; yer, içer, susar, acıkır. Fırın yok diye ekmek yapmaktan, yemekten vazgeçip kendi kendini mi yiyeceksin? Kalemin var ya! O yangın da söndürülecek, ekmek de yapılacak; hak, hakikat ve insanlık için bir vazifedir bu!” deyip elimizdeki imkanlarla karınca misali ateşlere, yangınlara karşı itfa, söndürme çabası ve gayreti içerisinde olabilseydik kıyamet mi kopardı?
Derdimiz iyilik, doğruluk, güzel ahlak, hak, hukuk adalet, batılın değil hakkın ikamesi olsa böyle olabilir miydik? Bütün evrensel hukuklar, bütün dini metinler ve en son ve Hak din olan İslam’ın buyruğunda ortaya konan ilkeler ile hareket etmeli değil miydik?
Hayır, hayır toplum olarak günlük muktedir siyasetin güç ve algı dalgası içerisinde bulduk kendimizi. Din diye söylenenler tastamam siyasi yorumlardan, söylemlerden ibaret. Söylemlerdeki güzelliğe zıt eylemlerimiz, boy veriyor toplumda. Söylemler, inançlar, güzellikler, ahlaki prensipler, evrensel değerler vb. hepsi dünyanın malı, mameleki, makamı ile harmanlanmış eylemlerimizin gölgesinde var ile yok arasında sıkışıp kalmış durumda. Menfaatler, karabulutların masmavi gökyüzünü kaplamasıyla dünyamızın karanlığa bürünmesi gibi her türlü güzelliği sarıp sarmalamış da görünmez, yalıtılmışlığından toplumu etkileyemez duruma sokmuş bir vaziyette!..
Bu böyle gitmez, gitmemiştir, gitmeyecektir de!.. Derler ki “Küfür devam eder, ama zulüm devam etmez.” Bunun, zulmün devam etmeyeceğini, onun da bir sonu olduğunu, her kıştan sonra bir baharın, her geceden sonra aydınlık bir neharın, gündüzün geldiği gerçeğini Yüce Mevlâ da ayette şöyle ifade buyurur: “Şayet siz yara aldı iseniz, karşınızdaki düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı. İşte Biz, Allah'ın gerçek müminleri ortaya çıkarması, sizden şehitler edinmesi, müminleri tertemiz yapıp kâfirleri imhâ etmesi için, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zalimleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 140-141)
Bazı hastalara su vermenin zararlı olması gibi doğruluk, gerçeklik, hak, hukuk da yalana, algıya alışmış; kendisine yalandan bir dünya kurmuş ruhlara hiç de iyi gelmiyor. Onlar bu iyilik ve güzellikleri de alıcı değil zaten. Gıybet, iftira ve dedikodularla günahına günah, kötülüğüne kötülük katmaya devam ediyor. Arada bir güzel sözler söylese, iyiliklerden bahsetse, kutsallığın güzelliklerini dile getirse de güzel insanların, hak ve hakikat savunucularının geçmişte yaşamış oldukları mağduriyetlerde akılları, gözleri, kalpleri takılı kaldıkları için günümüzdeki aksaklıkları, haksızlıkları, hukuksuzlukları, zulümleri ne yazık ki görmekten, onları fark edebilmekten çok uzaklar. Bu bakış açılarını değiştirmedikleri için onlar, âdeta hâl diliyle “Bana doğruyu, gerçekleri, hakikatleri söylemeyin. Ben bu algılarla örülmüş, yalan ve iftiralarla var edilmiş dünyamda mutluyum, huzurluyum. Varsın birileri huzursuz olsun. Bundan bana ne!.. Bu dünya nimetlerinden alabildiğine istifade etmek bizim de hakkımız. Hak edelim etmeyelim, helal olsun, haram olsun; ama biraz da biz yiyelim, bu dünya biraz da bizim olsun.” duygu ve düşüncesi içindeler… Böylelerine doğruluk ilaç değil, zehirdir. Dünya bu, her bir şeyin bir sonu var.
İyilik, güzellik, evrensel değerleri savunan herkesin yapması gereken tek şey, eylem ve söylem birliği ve bütünlüğü içerisinde olması ve bunu da herkes için istemesidir. Vesselam!..