Yıllaaar önceydi.
Banliyö treninden indi. Bir eli cebindeydi. Diğer elinde ise elma dolu bir poşet vardı. İş dönüşü evine gidiyordu yorgun argın. Tam istasyon çıkışında bir satıcı gördü; oraya sergi açmış, çantasının yanına bir sürü kavanozu sıralamış, büyük bir heyecanla bağırmaktaydı:
“-Bayanlar, baylar! Eczanelerden aldıklarınıza inanmayın, bana inanın! İşte kullananların fotoğrafları! İşte gazete küpürleri! İşte Sağlık Bakanlığı’nın belgeleri!.. Kendiniz için ihtiyaç yoksa akrabalarınız için, dostlarınız için… Kayınpederiniz, kaynananız için... Ayağınıza gelen fırsatı kaçırmayın!..”
Bir yandan da elindeki fotoğrafları, değişik kâğıtları göstererek âdeta istasyondan çıkmakta olanların yollarını kesiyordu.
“-Yalnızca iki hafta, bayanlar baylar! Kendinizi tanıyamayacak saçlarınızı tarayamayacaksınız! Eskisinden gür saçlarınız olacak! Süper saç bitirici…!”
Hafifçe satıcıya doğru rota değiştirdi. Cebindeki elini çıkardı, başını sıvazladı. Evet, her zaman yaşadığı duyguyu aynen yaşadı. Kabak kafası yine kabak duruyordu. “Ah! Herifin söyledikleri keşke gerçek olsa da bir servet ödesem kendisine. Kendi çocuklarım bile babalarının kelliğiyle dalga geçiyorlar.” diye içinden söylenirken farkına varmadan satıcının önüne gelmişti. Adamın gösterdiği fotoğraflara, gazete kupürlerine, resmî yazı fotokopilerine baktı. Eğildi bir kavanoz aldı sergiden, inceledi, etiketteki yazıları okudu. Satıcı da bir müşteri bulmuş olma ümidiyle kendisiyle ilgilenmeye, açıklamalar yapmaya başladı. Yalan yok, satıcı çok inandırıcı konuşuyordu. Bir şansını denese miydi acaba? Neredeyse elini cebine atıp para çıkartıyordu ki birden fikir değiştirdi, vazgeçti. Çünkü tam o sırada bakışları satıcının kafasına doğru kaymış ve adamın lamba gibi parlayan kel kafasını görmüştü.
Böyle başlasam, uygun olur mu Muammer Bey? Talebinizi en iyi bir şekilde yerine getirebilmek için önce bu öykücüğü hazırladım. Şimdi bu öyküden hareketle verdiğiniz konu üzerine kalem oynatmağa çalışacağım. Fakat izin verirseniz oğlumdan duyduğum, oğlumun da bir arkadaşından duyduğunu söylediği bir parantez içi aktarımım daha olacak:
Ben tanımıyorum, ismini de işte bu anlatacağım konu münasebetiyle ilk defa oğlumdan duymuş oldum (İnşallah doğru anlamışımdır.) Ata Demirer diye bir stand-upçı varmış. O kişi, bir şovunda parfüm satıcılarıyla dalga geçerken (Belki de dünya kadar servetler harcayarak parfüm alma erdemini gösterenlerle alay ediyordur, bilmiyorum.) parfüm satıcısı rolünü oynuyor ve güya parfüm satmak, kazıklamak istediği müşteriye; “Tamam efendim! İşte bu! Süper… Siz busunuz! Bu koku, tipinizle, kişiliğinizle birebir örtüştü.” gibi lâflar ediyor, gaz veriyormuş.
Bu örnek de sizin ısmarladığınız konuyla bağdaşıyor, değil mi Muammer Bey? Değilse uyarın beni, kalemşörlüğümü lâyıkıyla îfâ etmek isterim. Durun durun, bir de şu örneğe bakalım:
Millî Piyango diye bir kumar var, hepimiz biliriz. Biliriz, çünkü yüzde doksanbeşi(!) Müslüman olan bu ülkede ya vatandaşları eğlendirmek, oyalamak ve güya bazılarını sevindirmek için ya da kumar vergileriyle çorbayı kapmak için Müslüman devlet organize etmekte ve kentinden köyüne kadar bütün yurtta uygulamaktadır bu millî ve sanki biraz da kutsal (Allah’ım benim affet.) kumarı. Neyse, bizi ilgilendiren, en azından şimdilik, bu tarafı değil elbet. Bizi ilgilendiren taraf, piyango bileti satan adam veya kadınların servetleri. Bu biletleri satan kişiler (hani kafalarına da mp amblemli şapkalar takıyorlar ya) çok zengin olmalılar, değil mi Muammer Bey? Bunu da nereden mi çıkardım? Onların, biletleri satmak için bağırarak söyledikleri sözlerden:
“-Haydi yılbaşına çekiliyor! Çeyrek, yarım, tam biletler! Haydi bir buçuk milyon lira burdaaa!”
Evet, her çekilişte milyonlar dağıtıyorlar ama bilet satıcılarının çoğu, ya dul kadınlar ya emekliler ya özürlüler, başka iş bulamamış gizli işsizler yani. Çocukluğumdan beri hep merak etmişimdir; bu adamlar, bu biletleri satacaklarına, kendileri niçin çekilişe katılıp zengin olmuyorlar?
Mektubunuzda “Kişisel gelişimcilere, çevir silahını, en azından onları taciz et.” buyurmuşsunuz ya sahip, emriniz olur. Söz verdiysek yaparız, kalemimiz kiralık. O ki siz kiraladınız, emrinizdeyim. Emrinizdeyim ve ayrıca kendi adıma da o hedefe ateş etme ihtiyacı duyuyorum.
Bu hedef, benim dikkatimi, 2002 yılında çekti ilk defa. İzmir’de bir özel okulda çalışıyordum. Okulda bir siklon, antisiklon oluştu, fırtına geliyor belli. Neymiş, “kişisel gelişim”. Gençlerin özgüvenlerini güçlendirir, iradelerini gaza getirir, onları motive eder, gayret ve başarma aşkıyla şahlanmalarını sağlarmış. Vay be, yaşadık! Tembel öğrenci kalmayacak. Bizim de “Çalışın evlâdım!” demekten dilimizde tüy bitmeyecek. Âlâ. Peki bu kişisel gelişimciler, çocukların zekâ seviyelerini de yükseltecekler mi acaba; çünkü öyle öğrencilerimiz var ki çalışsalar da anlayamıyorlar bencileyin? Oh oh! şayet öyleyse aptal insan da kalmayacak dünyada. Tabi efendim, ne demek, irade irade. İrade ve özgüven devreye girdi mi korkma. Program günü gelinceye kadar, fısıltılar, heyecan… Üstelik programı icra edecek kişi de yabancı değil, eski arkadaşlarımızdan. Bizden biri. Oh oh daha da âlâ. Pekiyi bu adama..? Eh işte canım, üç beş yüz dolar verilecek. Bir de telif ettiği kitaplarını imzalayıp satacak. Normal. Hem iradeleri çalışır hâle getiriyor, hem özgüven kazandırıyor, hem başarma azmi aşılıyor, hattâ aptalları zeki yapıyor… belki örneğin 55 kiloluk bir adamın 110 kiloluk bir adamı güreşte yenmesini, kavgada dövmesini de sağlıyordur. Normal elbette(!)
İşte o zaman kişisel gelişim tabirini bu şekliyle duymuş, anlamını da öğrenmiş oldum.
Hayır, anlamını öğrenmem biraz zaman aldı. Meğer bu işi sahneleyen epeyce adam varmış piyasada. Yaşam koçları, maşam koçları, daha neler neler... Sırayla geldiler bizim okula. Yalnızca bizim okula değil, bizimki gibi bu desteği alan okul sayısı bir hayli çokmuş, öğrendim. Etkinliğin özünü adım adım anladıkça, “Ulan bu işte bir terslik var ama, haydi hayırlısı.” demeye başladım. Dedim ama bir yandan da kişisel gelişimci olmayı canım çekiyordu. Adamlar şöhreti yakalamışlardı, kitap telif ediyorlardı, yere bastırılmıyor, alkışlanıyor ve en önemlisi de dolarları götürüyorlardı. Sahi neden Türk Lirası değil de Dolarla ödeniyordu kutsal emeklerinin karşılığı? Bu da bir eğitim biçimiydi demek ki(!)
Ama başarıyorlardı. Dinleyicilerin hemen hepsi, program bitiminde salondan, baş yukarda, karın içe çekilmiş, göğüs ilerde bir biçimde çıkıyorlar; kaşlarını çatıyor, etrafa “Hani, engeller nerde lan? Hepsini bir hamlede aşarım. İrademle aşamayacağım engel yok benim.” “Kafa tutanları, posta koyanları, gölge edenleri de alırım aşağı, haberiniz olsun! Ben kimim lan!” “Ben Henry Ford’um ulan! Ben Sakıp Sabancı’yım. Ben Vehbi Koç’um! Ben…” dercesine sert sert bakıyorlardı. Sonra? Sonrası o kadar da korkunç olmuyordu meraklanmayın. Çünkü dinleyiciler, gerçeklerin, yalnızca gerçeklerin farkına vardıklarında konuşmacı, dolarları alıp çoktan oralardan gitmiş oluyordu. Programı dinlemiş olanlar, neden sonra soruyorlardı kendi kendilerine:
“-Yahu bu adam, saç çıkaran ilaç satıyor da niçin kendisi halen kel?”
“-Ulan bu satıcı gerçekten bana en uygun parfümü mü önerdi dersiniz? Ben gerçekten bu muyum acaba?”
“-Ya bu Çayırağası Piyangocu, durmuş orada milyonluk biletleri satıyor da niçin kendisi halen züğürt züğürt bu işi yapmayı sürdürüyor?”
Bu soruları soranlar biraz yanılıyorlardı tabi. Her ne kadar kendi kel kafalarında saç bitiremiyor, önerdikleri parfümü kendileri kullanamıyor, millî piyango kumarında büyük ikramiyeyi yakalayamıyor ve Henry Ford olmayı başaramıyorlarsa da kişisel gelişimcileri temelli başarısız saymak bir yanılgıdır. Çünkü onlar, üç beş abidik gubidikle bir sürü imzalı (veya imzasız) kitap satıyorlar, her programdan sonra epeyce bir doları ceplerine indiriyorlar.
Fakat Muammer Bey, biraz haksızlık yapmış olmuyor muyuz? Hep kişisel gelişimcilere yükleniyoruz. Peki, zalimler Allah’ın kılıcı değil mi? O programlara, boğa olmanın yolunu öğrenmek merakıyla ve sonunda beleşinden köşeler dönmek hesabıyla fevç fevç koşan, kadere isyan etmiş kurbağaların suçu hiç mi yok? Kaderlerini aşmak, o kaderi Yazan’ı hâşâ yalancı çıkarmak ve belki de başkalarına tahakküm etmek hevesinde değiller mi? Aslında bu yol, Firavun’un yolu değil mi?
Son olarak atlamamamız gereken bir de şu husus var Muammer Bey: Biz, önce tarlamızı sürüp gübreleyerek hazırladıktan sonra tohumu eken, yani esbâba müracaat eden, ardından sonucu Allah’tan bekleyenlerdeniz. Sonuca da itiraz etmeyiz. Kişisel gelişimcilerin, âdetâ alınyazılarını değiştirme atraksiyonlarına çatarken yanlış anlaşılmış olmayalım; biz insanların, özellikle gençlerin, hayır istikametlerinde teşvik edilmelerine, motive edilmelerine, ümitle donatılmalarına karşı değiliz. Zaten dinimiz de ye’si, bedbinliği, tembelliği ve pes etmeyi yasaklıyor. İnsanların özgüvenlerini güçlendirmek, onları hayırlı işlerde gayrete getirmek hepimizin görevidir. Başarıyı ödüllendirmek ise doğru eğitimin vazgeçilmezidir. Bunların hepsine âmennâ. Bizim rahatsızlığımız, kişisel gelişimcilerin gerçekçi olmamalarından, ayaklarını yere basmamalarından ve dolayısıyla muhataplarını yanlış iknalarla firavunlaştırıp fakat sonrasında çok büyük hayâl kırıklıklarına sürüklemelerinden kaynaklanmaktadır. Gemilerini yürütebilmeleri açısından “Herkes her şeyi yapabilir.” muhabbetine elleri mahkûm onların. Devamlı bunu pompalıyorlar. Yapabilecekler vardır, yapamayacaklar vardır oysa, değil mi? Tabi bir de maksadını aşan ve gerçekte işe de yaramayan bu etkinliklerinin karşılığında hak etmedikleri büyük paralar kazanıyor olmalarını doğru bulmuyoruz. İnsanlar kullanılıyor, sonunda da hayâl kırıklığı yaşıyorlar. Değilse yapabileceğine inandığımız kişiye biz de; “Hadi aslanım, sen bunu başarabilirsin.” demekten yanayız. Ama yapamayacak olanları da yapabilecekleri başka şeylere yönlendirmeyi doğru buluruz. Yani Muammer Bey, kişisel gelişimcilere hiç ihtiyaç yok aslında. Çünkü biz varız.
Şimdilik bu kadar, Muammer Bey. Bilmem kalemimi kiraladığınıza memnun oldunuz mu? Benim adım Hıdır değil ama elimden gelen budur. Bu arada bakın, soyadınızı da deşifre etmedim. Yoo, bilinmek istiyorsanız, haber verin, bir dahaki yazımda duyururum okuyucularıma. Esenlik dileklerimle.
NOT: Değerli okuyucular, anlamışsınızdır, Muammer isimli bir beyefendi, kalemimi kiraladı. Öyle olunca da böyle oldu. Ne yapabilirdim ki, iş iştir. Beni bağışlayın.
MOTİVASYON ADIYLA VE SAHTE ÖZGÜVEN POMPALAMAK YOLUYLA İNSAN KANDIRMAYA HAYIR.
Hayırist, esenlik dolu HAYIRLI günler diler.
R. Serdar Özmilli