Bir arkadaşım X hesabında şöyle bir paylaşımda bulunmuş: “Bir güneş gibi apaçık ortadaydı hakikat, masumiyet. Aklı, gözleri, vicdanları zalimlerin sofra bezlerine ve menfaat lağımlarına esastan bağlı olanlar o güneşi göremediler. Kimi ahmaklar da akletmezlik ve düşünmezlikle masumlara zulüm üstüne zulüm yaşatırken güya sevaba eriyorlardı.”
Tarihin birçok döneminde farklı zamanlarda farklı haksızlık ve hukuksuzluklar yaşanmıştır. Tarih baştan sona güzellik, baştan sona dikenli bir tarla da değildir ve tarih ne gülistan ne de haristandır. Zaman zaman güzellikler, zaman zaman da haksızlık ve hukuksuzluklar yaşanmıştır. Kur’an’ın ifadesiyle günler insanlar arasında çevrilip durmaktadır:
“Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da (Müşrikler de Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.) Allah, sizden iman edenleri ayırt etmek, sizden şahitler edinmek için böyle yapar. Allah, zalimleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 140.)
Osmanlı dahil olmak üzere Cumhuriyet döneminden bu yana, bir topluluğa yönelik günümüzdeki derecede haksızlık ve hukuksuzluk söz konusu olmamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, “milli şef” döneminde, DP İktidarında, 1960, 1971, 1980 ve 28 Şubat darbesi dönemlerinde de türlü haksızlık ve hukuksuzluklar yaşanmıştır. Bu haksızlık ve hukuksuzluklar, en çok da darbelerin başarıya ulaştığı dönemlerde yaşanmıştır. Bugün bakmayın 15/7’nin “başarısız bir darbe girişimi” diye nitelendirilmesine, yaşananlarla görüldü ki asıl darbe OHAL ilanı ile başlayan ve yeni sistemin inşasıyla birlikte devam eden bir sivil darbe girişimidir. Öyle ki yeni inşa edilen sistem, sadece bir yönetmede usul değişikliği de değildir. Roller âdeta bellidir ve değişmezdir; iktidar belli ve değişmez, muhalefet bellidir ve iktidar olmaya niyet etmez bir pozisyondadır. Halk türlü olay ve algılarla oyalanmaktadır. Evrensel hukuk çerçevesinde işlerin görülmesiyle oluşacak adalet, çıktığı tatilden dönmeye bir türlü niyet etmemektedir.
Anayasa ve yasalar gereği, alt-üst mahkemeler birbirinin kararlarını görmez, mahkemelerin verdiği kararları idari görevlerde yani yürütmede bulunanlar takmaz bir hâldedir. Dahası Anayasa Mahkemesi kararlarını yerel mahkemeler ve Yargıtay tanımaz, anayasa gereği bağlı olduğumuz uluslararası mahkemelerin verdiği ihlal kararları görmezden gelinerek uygulanmaz bir hâldedir. AİHM ve BM İnsan Hakları Komisyonlarınca ortaya konan hak ihlalleri ortadadır ve âdeta yok sayılmaktadır.
Bir ülkede adaletin olmadığını nasıl anlayabiliriz? Günümüz bilgi ve iletişim çağında bunları anlamak çok daha kolay. En basitiyle temel haksızlık ve hukuksuzlukların, adaletsizliğin hüküm sürdüğünü anlamak istersek şu hususlara dikkat etmemiz yeterlidir:
Evrensel insan hakları ve hukuk ilkeleri yerine yerel birtakım dar değerlendirmeler neticesinde hiçbir hukuk ilkesiyle bağdaşmayan anlayış ve esaslarla yargılamalarda bulunmak hukuksuzluğun ve adaletsizliğin en bariz görünümlerindendir. Böyle dönemlerde “suç ve cezanın kanunilik ilkesi, hukuk kurallarının geçmişe yürümezlik ilkesi, silahların eşitliği ilkesi, suçun şahsiliği ilkesi, hukuki ve adil hüküm verilinceye kadar kişilerin masum olduğu ilkesi vb.” hususlara dikkat asla dikkat edilmez, can alıcı kararlar bu ilkelerle uyuşmaz bir niteliktedir.
Kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırıldığı dönemlerde ve sistemlerde yargı bağımsızlığı gitgide zayıflar ve yargı adalet dağıtamaz hâle gelir. Bunun yanı sıra yürütmenin yargıya olan müdahalesi artar ve “adil yargılanma hakkının ihlalleri” baş gösterir. 1960 darbesi sonrası yargılamalarda ortaya konan “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor!” yollu isteklerin ardı arkası kesilmez. Kararları hâkimler vermez, hâkimler önlerine konan, önceden güç odaklarınca verilmiş kararları tekrar etmekten öteye geçemez.
Yargılamalarda yolsuzluk ve rüşvet almış başını gitmişse, bu işler sıradanlaşmışsa toplumda ve yargıda adaletin olmadığının bir başka delilidir. Bu bağlamda internet ortamını şöyle bir taradığınızda karşınıza bu tür haberlerin çokluğu ve etkili davalar da bu konuya dahil oluyorsa türlü türlü “borsa”larla yargı insanlarının bizatihi kendileri hukuksuzluk yapıyorsa vaziyeti başka türlü ifade etmenin anlamı yoktur. Orada gerçekten de adalet yoktur.
Muktedirlerin, yürütmenin ve siyasetin etkin bir şekilde toplumun bir kesimini şeytanlaştırmak ve ötekileştirmekle işe başlamış ve sürekli olarak topluma bu yönde suçlu suçsuz ayrımı yapılmaksızın o kesimin hepsini toptan cezalandırma yoluna gidiyorsa orada eşitsizlik ve ayrımcılık zirve yapmış demektir. Bundan başka etkili ve yetkililer suç işlediğinde suçlar örtbas edilip etkisi ve yetkisi olmayanlar suçlanıp ceza alıyorlarsa burada da yargılamalarda eşitsizlik ve ayrımcılık söz konusu demektir. Bu, tıpkı Roma İmparatoru ve filozof Marcus Aurelius’un sözünü ettiği bir durumdur: “Yasalar örümcek ağına benzer, küçük sinekler ağa takılır kalır, büyük sinekler ağı deler geçer.”
Tek adam ve tek parti iktidarlarında olduğu gibi kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırıldığı sistemlerde hukukun üstünlüğünün zayıflaması söz konusudur. Hukukun üstünlüğünün zayıflaması, üstünlerin hukukunun güç kazanması demektir ki bu; başlı başına, hukuksuzluğun ve adaletsizliğin var olduğunun bir göstergesidir.
Öte yandan anayasa ve yasaların bizzat yürütme ve yargı insanları tarafından çiğnenmesi ve hukuken onlara herhangi bir yaptırımda bulunulamaması da hukuk ve adaletin olmadığının bir başka kanıtıdır.
Bilhassa 15 Temmuz yargılamalarında yaşanan hukuksuzluk ve adaletsizliklerin yoğunluğu, çokluğu o kadar fazla ki dosyalarda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince (AİHM) binlerli grup hâlinde ihlal kararları verilmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesince (AİHM) hak ihlaline karar verilen, KHK’lı öğretmen Yüksel Yalçınkaya davasının 2. duruşması 12 Eylül’de, Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesinde yapılacak. Bakalım, yerel mahkeme, AİHM’in ihlal edildiğine karar verdiği hususlar çerçevesinde yeni bir karar mı verecek yoksa hukuksuz olduğu AİHM’ce ortaya konan kendi kararında direnerek adalet güneşinin doğmasını bir süre daha engellemiş mi olacak? Sahi, adalet güneşi doğacak mı? Merhum Akif’in “Doğacaktır sana vadettiği günler Hakkın/ Belki yarın belki yarından da yakın!” dileği gerçek olur, kim bilir!..
Bekleyip göreceğiz!.. Dileğimiz adalet güneşinin bir an önce doğması ve ülkemize adaletin, huzur ve güvenin hâkim olmasıdır.