Zamanın birinde R. Serdar Özmilli isimli bir adam şöyle söylemişti:
HAYATI HÂKİR GÖRDÜĞÜN ÖLÇÜDE İZZET BULURSUN,
HAYATI AZİZ TUTARSAN ZİLLETE DÛÇÂR OLURSUN.
Aynı R. Serdar Özmilli şimdi de şunu söylüyor:
HAYSİYET TOPRAĞIYLA BESLENMEMİŞ, DOĞRU KAYNAKTAN GETİRİLEN CESARET SUYUYLA NEMLENDİRİLMEMİŞ SERA(LAR)DA ADÂLET ÇİÇEĞİ YETİŞTİREMEZSİNİZ.
{{Tabi şimdi sizler, bu yazıyı yazanın da cesur olup olamadığını merak ediyorsunuz, değil mi? Biraz dikkatli bakarsanız, anlatım tarzım merakınızı giderecektir sanırım.}}
Üst üste birkaç gündür TRAKYA TÜRK’de izlediğim (14 Ekim; 23.20 itibariyle aynı kanal aynı belgeseli yine yayınlıyordu!!!) bir belgeselde, Amazon ormanlarının talan edilişi, yerli kabilelerin mağdur edilişi anlatılıyordu: Brezilya, Peru, Kolombiya, Venezuela, Ekvador, Bolivya... Kereste tüccarlarının, mafyanın zorbalığı ve zulmü... Devlet yetkililerinin ise ya pısırıklığı yahut suça iştirakleri... Katledilen doğa ve zulmedilen insanlar... Hakkını kaptırmama CESARETini gösteren, adâlet isteyen binlerce insanın öldürülüşü... Bu ve benzeri durumlar dünyanın pek çok yerinde görülmüyor mu? İngiltere’de bile, doğayı rantçılardan, sahiplenme tutkunu bencillerden koruyabilmek için bir grup doğa dostunun konuyla ilgili etkinlikler yapmak üzere vakıflar kurduklarını okumuştum bir yazıda. Etkilendim. Oturdum klavyenin başına. İnşallah niyetim hâlistir. Yazım uzun olacağa benziyor, iki bölüm hâlinde sunarım.
İNANÇ, ADÂLET, İZZET, HAYSİYET, MERHAMET, CESÂRET, KARARLILIK, ZULÜM, İLTİMAS, KORKAKLIK, SUİSTİMAL, BANA NECİLİK ve ZİLLET gibi kavramlara bilmecbûriye biraz temas edecek ve bunların birbirleriyle ilişkilerini anlamaya çalışacağım. “Adâletin olduğu ve olmadığı durumlarda ortaya çıkan sonuçlar”a fazla girmeyi düşünmüyorum. Yürürlükteki kânunların doğru-yanlış, yeterli-yetersiz oluşuyla da şimdilik ilgilenmiyorum. Doğru kânunlar yoksa ve hâkimler adâletli davranmazlarsa, halkın devlete karşı güveni kırılırmış... insanlar kendi adâletlerini kendileri sağlamaya kalkışırlarmış... anarşi doğarmış... şiddet alır başını gidermiş... kadın cinayetleri artarmış... bunlar ayrı ayrı çalışmalarda ele alınmalıdır. Benim şimdi asıl konum; ADÂLET-CESARET İLİŞKİSİdir. Dersimi iyi çalıştım, çeşitli kaynaklardan bilgiler edindim. Söze (kendimi de katarak) Necip Fazıl Merhum’un meşhur seslenişiyle başlamak istiyorum. Böylece hepimiz, ilk dersi alalım. Bence buraya çok yakışacaktır:
{...EY HAYAT SÜREN LEŞLER! SİZİ KİM DİRİLTECEK...}
“Adâlet” özü itibariyle, “hakkâniyet ve (bazı durumlarda) eşitlik ilkelerine uygun davranma” erdemidir. Hak ve hukuk gözetmedir. Sezar’ın, hakkını aramasıdır ve ama hakkından fazlasını istememesidir. Sezar’ın hakkını Sezar’a vermektir. Sezar’ın hakkının verilmesini sağlamaktır. İş ortamında, aile ortamında, ticarette, şâhitlikte, hüküm vermede, devlet yönetiminde... Sadece insan ile insan arasında değil, insan ile hayvan arasında, insan ile doğa arasında da uygulanması gereken bir vecîbedir. Bunların ötesinde her birey, kendisine karşı da âdil olmaktan sorumludur. Dirlik ve düzen’in temelini oluşturan şartların başında o gelir. Barış, güven ve mutluluk adâletten beslenir. Dolayısıyla kişisel ve toplumsal huzurun sağlanması da ancak adâlet ile mümkündür. Adâlet’in zıddı zulüm’dür. Adâlet şarabı, bütün vicdanlara âb-ı hayattır. Fakat tadı, her damak için aynı değildir. Öyle ki o şarabı içmek durumunda kalan bazı nâdanlar, bazı mücrimler, sâkiyi öldürmeye dahi yeltenirler. Zîra toplumda âdil insanlar olduğu gibi zâlim insanlar da mevcuttur. Biz müslümanlar, adâletin farz olduğunu da dayanağının ve ölçüsünün hakkâniyet olduğunu da Kur’an-ı Kerîm’den öğreniyoruz. Kur'ân'a göre, mutlak ve hakiki adâlet sahibi Allah’tır. Allah'ın isimlerinden(Esmâ-yi Hüsnâ) biri de Adl'dir. Yani Yaratıcımız, hiç kimseye zulmetmez. O, herkese hak ettiği şekilde muamele etmektedir ve ahirette de zerre kadar haksızlığa mahal vermeyecek şekilde adâletle hükmedecek, mazlumun hakkını zâlimden alacaktır. Kendisiyle kulu arasındaki hukuku değerlendirirken, yüceliğine ve şânına yakışacak şekilde merhametle muamele edeceği umulur (Ki kendisi de öyle olduğunu bildirmektedir.) ama kullar arasında hukuku tatbik ederken zerre-miskal bir hakkın dahi hesabını soracağını belirtmektedir. Peygamberimiz (asm), her konuda olduğu gibi adâlet konusunda da dâimâ hassâsiyet göstermiştir. Gençliğinden itibaren insanlar Hz. Muhammed'in (asm) adâletine güvenmiş ve onun hakemliğine başvurmuştur. Kendisine peygamberlik geldikten sonra da Allah'ın emirleri doğrultusunda ayrım yapmadan herkese karşı adâletle davranmıştır.
“De ki: Rabbim her işte doğru ve adâletli olmayı emretti... Nasıl sizi ilk defa O yaratmışsa, yine O’na döneceksiniz.” (Araf, 29) “Rasûlüm! Doğrusu biz, ilâhî gerçekleri ortaya koyan bu kitabı sana, insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm verebilesin diye indirdik. Sakın, hâinlerin savunucusu olma!” (Nisâ, 105) “Onlar, yalan ve iftirayı dinlemeye pek meraklı, haram yemeye çok düşkündürler. Şayet bir dâvâ için sana başvururlarsa... aralarında adâletle hükmet. Çünkü Allah, adâletli davrananları sever.” (Mâide, 42) “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adâletle şâhitlik eden kimseler olun... Adâletli olun; takvâya en uygunu, en yakışanı budur... Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.” (Mâide, 8) “Şüphesiz Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adâletle hükmetmenizi emrediyor. Böylece Allah size ne güzel öğüt veriyor! Doğrusu Allah her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle görendir.” (Nisâ, 58)
Adâlet’in ne olduğu, hangi güzel sonuçlara vesile olduğu... adâletin bulunmadığı vasatta ise ne gibi kötülüklerin doğduğu, üç aşağı beş yukarı herkesin bildiği şeylerdir. Yukarıdaki cümleler de bu bilgileri pekiştirmiş oldu. Peki adâletin var olabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için gerekli şartlar nelerdir? İşte ben bu konuyu biraz kurcalamak niyetindeyim. Eksik bıraktıklarımı ise sizin tamamlayacağınızdan eminim.
Adâlet, güzel AHLÂK’ın bir rüknüdür. Ahlâk öğrenilmiş ve içselleştirilmişse, adâlet de bunun tabiî sonucu olarak doğacak ve yaşayacak demektir. Peki, (bir Müslüman açısından) ahlâk’ın varlığı için gerekli en temel şart nedir? Mehmed Âkif’ten dinleyelim:
''Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır, / Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır. / Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdân'ın, / Ne irfanın kalır tesiri katiyen ne vicdânın.''
Âkif’in değerlendirmesine göre; Allah korkusunun ve âhiret inancının bulunmaması durumunda, hayat gereğinden fazla aziz tutulmaktadır, ahlâk aksaktır. Ahlâkın aksak olduğu bir vasatta da adâletin bulunmaması şaşırtıcı değildir. Bu öncelikli temel hükümden itibaren sizler, adâletin diğer “var olma şartları”nı sıralayabilirsiniz. Ben, müsadenizle asıl konuma geçmek istiyorum:
HAYSİYET TOPRAĞIYLA BESLENMEMİŞ, DOĞRU KAYNAKTAN ALINAN CESARET SUYUYLA NEMLENDİRİLMEMİŞ SERA(LAR)DA ADÂLET ÇİÇEĞİ YETİŞTİREMEZSİNİZ.
Evet, haysiyet ve cesâret, adâletin var olabilmesinin iki önemli şartıdır. Maalesef, dünya var olduğundan beri bedeli ödenmeden adâlete ulaşıldığı pek görülmemiştir. Haysiyet(onur) konusu malûmunuzdur, geçiyorum. Cesâret ise çoğumuzun göz ardı ettiğimiz bir gerçekliktir. Bu yüzden ben, CESARET-ADÂLET ilişkisini ele alacağım. Cesâret yoksa, adâlet varlığını sürdüremez. En azından risk altındadır. Yukarıda sözünü ettiğim belgeseldeki orman talanı ve buna bağlı olarak yaşanan adâletsizliklerin, yani zulümlerin bir temel nedeni de gerektiği gibi bir cesâretin bulunmayışıdır. Öyleyse o insanların “Adâlet yok.” diye yakınmaya hakları yoktur. Üç-beş cesur insanın varlığı, her zaman cesâret’in varlığı anlamına gelmez. Cesâretin, münferit değil, küllî ve organize olması olumlu sonuçları sağlayabilir ancak. Yakın bir tarihte Fransa’da çiftçilerin traktörleriyle yaptıkları toplu eylemler amacına ulaşmıştı, değil mi? Nasreddin Hoca’nın Timur’a karşı gösterdiği cesâretin nasıl akim kaldığını biliyoruz. Deniz Gezmiş ve birkaç arkadaşının cesaretleri de doğru sonuçların alınabilmesine yetmemiştir.
Kimler cesur olmalıdır, cesâretli davranmalıdır ki adâlet ikâme edilebilsin?
Herkes kendini ilgilendiren yönüyle cesur olmalıdır. Aksi takdirde adâlet tecelli etmez. Ama şu gerçeği teslim etmeliyiz: Öncelikle mağdurlar ve mazlumlar, (en az) suçlular kadar, yani zâlimler ve gaddârlar kadar cesur değillerse, cesâretin bir kıymet-i harbîsi olamaz. “Adâlet yok.” diye yakınma hakkı da ortadan kalkar. İşte bu hususu saklı tutmak kaydıyla, cesur olması gerekenleri sıralamaya geçebiliriz. (Ben konuya yine Amazon bölgesindeki zulümden, katliamdan, yani oradaki adâletsizlikten yola çıkarak bakacağım.)
Aklıma ilk gelenler, o ülkelerdeki hâkim ve savcılardır. Zira öyle ya da böyle, adâlet onların iki dudakları arasındadır ve onlar, herkes hakkında, devleti yönetenler hakkında da hüküm verme yetkisine sahiptirler. {Kadı Hızır Bey’in, Mimar Atik Sinan ile mahkemesi görülürken Fâtih Sutan Mehmed’i ayakta beklettiğini ve ellerinin kesilmesi hükmünü verdiğini bilmeyen var mıdır?} Hâkim ve savcılar, şu ya da bu nedenlerle, özellikle de cesâretsizlikleri (korkaklıkları) nedeniyle, yani hayatı hâkir göremediklerinden dolayı âdil hükümler vermezlerse, meydan (cesur, mütecâviz ve şirret) zâlimlere, mücrimlere kalır. Devletin reisi de polisi de eğitimcisi de sanatçısı da din adamı da yalnız bırakılmış olurlar. Halk da tutunabileceği en güçlü dalını kaybetmiş olur. Peru’da, Venezuela’da, Kolombiya’da, Brezilya’da tam da bu ibretlik durumlar yaşanmaktadır. Ve tabi böyle ülkeler, böyle halklar, dünyanın her yerinde mevcuttur. Ancak, hâkim ve savcılar, sakın şunları demeye kalkmasınlar:
“Siyaset çarkı bize müdahale ediyor, devleti yönetenler âdil kararlar vermemizi engelliyor... Büyük kapitallere sahip güç odakları bizi tehdit ediyor... Mafiya ve diğer suç örgütleri başımıza belâ oluyor... Halkın içindeki, adâletten anlamaz nâdân gürûhun tepkisinden çekiniyoruz... Onların ve suçluların, şahsımıza ve çoluk çocuğumuza zarar vermelerinden korkuyoruz...”
Hooop! Bi dakka! Kardeşim, sen bu göreve cebren mi getirildin? Peki o makamda kalman konusunda seni zorlayan, eline koluna zincir vuran mı var? Dert yandığın durumlar mevcut ise (ki oralarda mevcut olduğunu da görmekteyiz); “Ben bu şartlarda bu görevi yapamam.” de ve bas istifanı! Git çiftçilik yap. Git seyyar satıcılık yap... Hem şoför mahalli hem 150 kuruş! Oh ne âlâ memleket! Orada yaşayan halkın vergileriyle güzel maaşını alıyorsun. Makam koltuğuna kuruluyorsun. Cübbeni giyip mahkeme salonlarında hava atıyorsun. İnsanlardan da makamının ve sorumluluğunun hatırına hürmet görüyorsun. Ee, bütün bunları terk etme, ama şu bu sebeplerden dolayı adâleti katlet! Dünyanın ciğerlerinin tahrip edilmesine, insanların mağduriyetlerine ve uğratıldıkları zulme sessiz kal! Var mı böyle yağma Hasan’ın böreği! Boydan boya barış zamanında çorabına varasıya giydirilip kuşatılan, toplum tarafından saygı gösterilen bir subayın, savaş zamanında “Savaşmayı istemiyorum. Ölmekten korkuyorum.” deme hakkı olabilir mi? Ya da o subay, savaş çıktığında istifa edip ordudan ayrılmak istese, kendisine hangi sıfatlar yakıştırılır? Demek ki adâlet isteniyorsa, bu, ancak hayatı hâkir görebilecek kadar cesur hâkim ve savcılarla tesis edilebilir.Peru’daki, Venezuela’daki, Kolombiya’daki, Brezilya’daki ve diğer benzer ülkelerdeki hâkimlerin, savcıların kulakları çınlasın! Farkındaysanız, o hâkim ve savcıların “haysiyetsiz olmadıklarını” var saydım ve konunun yalnızca “cesâret” yönüne değindim. Belki daha da önemlisi; kânunlarındaki muhtemel yanlışlıkları ve yetersizlikleri de mahfuz tuttum.
Aklıma ikinci olarak, polisler, yani güvenlik güçleri geliyor. O ülkelerdeki hâkim ve savcıların “haysiyet sâhibi olduklarını” var saymıştım ya; haklarında değerlendirme yapacağım polislerin de yine “haysiyetsiz olmadıklarını” var sayıyor ve diyorum ki: Evet, polisin (kolluk kuvvetlerinin) cesur olması da hem bireysel adâletin hem kamu adâletinin temin ve tesisi açısından çok önemlidir. Çünkü polis görevini icrâ ederken cesur olmazsa, hayatı hâkir görmezse, hâkim ve savcıların işlerini yapabilmeleri büyük ölçüde sekteye uğrar. Adı geçen ülkelerde de bir CUMUK YASASI var mıdır bilmiyorum ama şayet varsa da onların polislerine şöyle seslenmek isterim: “Kardeşim, gerektiğinde CUMUK’un engellemesine dahi kulak asmayacak derecede cesur olmalısın! Ayrıca, senin işini zorlaştırıyorsa, seni mücrimler karşısında yalnız bırakıyorsa; mevzuatın adâletli bir şekilde yeniden düzenlenmesi için de çaba sarfet.” Bizde de polisin cesâretini kıracak, ellerini kollarını bağlayacak öyle çok etken var ki! Bırakın siyaset dünyasını, bırakın her yere elleri kolları uzanabilen zengin agaları, bırakın organize suç örgütlerini, âdî suçlular bile korku ve dehşet saçıyorlar. Tam da ben bu yazıya hazırlanırken İstanbul’da uyuşturucu bağımlısı sapık bir genç, bir polis memurunu, durup dururken arkasından bıçakladı. Yine yakın bir tarihte bir bayan polisin bir manyak tarafından öldürülüşüne şâhit olmuştuk... Örnekler çok. Genel anlamda polisin işi zor ve riskli. Fakaaat! Amazon bölgesinin hâkim ve savcılarına seslendiğim gibi polislerine de seslenmek durumundayım: “Kardeşim, bu mesleği sen kendi rızanla seçtin. O halde suçun ve suçluların üzerine kararlılıkla git. Mesleğinin gereğini yapma konusunda korkak olma. Olma ki, adâlet yara almasın, mazlum ve mağdurlar dayanaksız kalmasın. Kazancın da helâl olsun. Şayet bunu yapamayacaksan, istifa etmene hiçbir engel yok.”
Üçüncü olarak; “Muharrirlerin, sanatçıların korkaklığı, adâletsizliğin elini güçlendirir.” diyebiliriz.Haksızlık karşısında susanın kim olduğunu elbette biliyorsunuz: Dilsiz Şeytan. İçinizde hâlen daha, Necip Fâzıl’ın REİS BEY isimli eserini okumayanınız ve sonrasında da adâletsizliği lânetlemeyeniniz varsa çok yazık! Necip Fâzıl, üzerine düşeni yapmıştır. Âşık Mahsuni Şerif’in şiirleri toplumsal bir hizmet yapmamıştır, denilebilir mi? HAN-İ YAĞMA şiirinde, şâirin “Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muhtazır / Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır / Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin / Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!” şeklinde seslenmesi, bir adâlet arayışı değil midir? Amazonlar bölgesinde nice zulüm, yani adâletsizlik cereyan edip dururken, acaba oralardaki muharrirler(yazarlar) bu acı gerçekleri yazabilecek cesâreti gösterebiliyorlar mı? Şâirler, müzisyenler, bu adâletsizliği seslendirebiliyor mu? Filmler, tiyatro eserleri... fotoğrafçılar, ressamlar... Hepsi zulmü dert edinseler ve birlikte haykırsalar, elbette hâkimlerin, savcıların, polislerin de adâletli davranabilmelerine katkı sağlamış olurlar. Belki o zaman, bütün insanların akciğeri olan ormanlar kurtulur ve adâletsizlikle kan kusturulan bölge insanları selâmete erer. Evet, gerekli ve doğru cesâretin olmadığı yerde adâlet beklemek, beyhûdedir.
Yazım, tren rayları gibi uzayıp gidiyor... Fakat sizin sabrınızı daha fazla zorlamak istemiyorum. Şimdilik burada keselim. “Adâlet istiyorsanız; eğitimcilerin, din adamlarının, devleti yönetenlerin ve yönetilen halkın cesur olmaları gerekir.” diyerek devam etmeyi 2. bölüme bırakalım. Vesselâm.
Doğru ve yerinde cesaret gösterilmeden adâlet beklemeye HAYIR.
Hayırist, esenlik dolu HAYIRLI günler diler.
R. Serdar Özmilli