Üstat Necip Fazıl Kısakürek, Bizim Şarkımız adlı şiirinin “Yokuşlar kaybolur çıkarız düze/Kavuşuruz sonu gelmez gündüze/ Sapan taşların yanında füze/ Başka alemlerle farkımız bizim.” dizelerinde bilinç sahibi bir Müslüman olmanın öneminden bahseder.
O bilinci, merhum Erdem Bayazıt da 1975 yılında yazmış olduğu “Sürüp Gelen Çağlardan” adlı şiirinde Hak üzere olan, olması gereken Müslümanların dünyanın değişik bölgelerinde sürdürmekte oldukları haklı ve “şanlı” mücadelelerini destanlaştırır, bütün insanların âdeta pür dikkat onlara kulak kesilmesini ister: “Dünyanın kalbini dinle geliyor adım adım/ Dallar meyvaya dursun toprak tohuma dursun/ İnsan barışa dursun selama dursun zaman/ Sabır savaş zafer. Adım: MÜSLÜMAN”
Bir yandan dünya genelinde bilhassa son üç asırdır inim inim inlemekte olan Müslümanlar, diğer yandan da yeniden var olma mücadelesini vermektedir. Her ülkenin kendi şartları içerisinde farklı metotlarla devam eden bu süreç, birçok yerde yanlış metot ve uygulamaların tercih edilmesi sebebiyle bir türlü rahata kavuşamamaktadır. Hâl böyle olunca Müslüman, gün geçtikçe mücadelesinde yorgun, inancında kısmen yıpranmışlık yaşamaktadır. Yıpranan inancın bizatihi kendisi değil, Müslümanın kendisi ve tükenmişliği. Dünyanın nimetleri karşısındaki zorlu imtihanı apayrı bir mesele.
Fetva Yokuşu
Yokuş kelimesi İstanbul’un Fatih ilçe sınırları içerisinde bir semtinin adında yaşamaktadır: Fetva Yokuşu. Yazar ve akademisyen Durali Yılmaz bu semti romanına ad olarak seçer. Yazar bu romanıyla adı geçen semtin önemini hatırlatmak ister ve kitabın tanıtım yazısındaki “… asırlar boyunca oluşan, gelişen bir medeniyetin özelliklerini taşıyan, sonunda harabeye dönüşen bir semtin romanıdır. Bu semt, bir büyük milletin acı kaderidir. Buraya bakan bir göz, oynanan korkunç oyunları, savrulan binlerce insan beynini görmekte güçlük çekmez.” ibareler dikkat çeker.
Yazar Ahmet Özdemir, bu romanla ilgili olarak kaleme aldığı bir yazısında “Fetva Yokuşu, Bakara Suresi’nin 74. ayetinin çağrışımı ile başlıyor: "Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi; hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir.
Durali Yılmaz’ın anlatımıyla “Bir zamanlar, dünyada olup bitenlerden habersiz, soğuk ve nemli toprağın altında büzülmüş, sessiz ve kımıltısız uyuyan taş kütlesi” 16. Yüzyılda idam cezasına çarptırılan yeniçerilerin infazında kullanılan Cellat Taşı olarak, Fetva Yokuşu romanının baş kahramanlığını üstleniyor. Duyuyor, görüyor, dile geliyor, anlatıyor." diyerek Cellat Taşı’nın şahitliğiyle yazarın bunları vermeye çalıştığını söyler.
Kitapla ilgili yukarıda verilen ifade ve ibareler bir bakıma, aynı zamanda günümüz Türkiye’sinin bir fotoğrafını da vermektedir. Günümüz Türkiye’sinde de en büyük problemlerden biri hukuk ve adalettir.
“Aşağıdan yukarıya gittikçe yükselen eğimli yer, iniş karşıtı.” anlamına gelen yokuş, Kur’an-ı Kerim’de “Sarp, dar, tehlikeli geçit, boğaz.” ve “Bir işin, bir durumun veya hastalığın geçilmesi en zor ve tehlikeli devresi, tehlike, muhâtara” anlamıyla da “akabe” olarak geçer: “Fakat o, sarp yolu göze alamadı. O sarp yol nedir, bilir misin?” (Beled, 11,12) Ayetin devamında da o “sarp yol”un ne olduğu üzerinde durulur. İnsanın aşması gereken tepeler, sarp yokuşlar dikkat çekilir: “Köle âzat etmektir. Veya bir kıtlık gününde yakını olan bir yetimi yahut aç açık bir yoksulu doyurmaktır. Sonra iman edip birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve acımayı öğütleyenlerden olmaktır. İşte bunlar hakkın ve erdemin yanında olanlardır.”
Yokuş, akabe derken bir de “rampa” var. Rampa “Bir arazinin, bir kara yolunun, bir demir yolu hattının yatay doğrultuya göre yokuş olan bölümü” demek. Rampanın bundan başka beş farklı anlamı daha var. Rampa mecaz olarak iyi ve olumlu anlamıyla insanın manevi yükselmesine vesile olacak işleri yapması şeklinde de değerlendirilebilir.
Ne alırsınız?
Sözün tam burasında zihinlerinize bir serinlik vermesi adına Yahya Kemal Beyatlı’nın hayatından bir kesiti, kısa bir anekdotu paylaşayım. Üstat Yahya Kemal ve İstanbul birbirinden ayrılmaz ikili gibi. Üstat onsuz yapamaz, o üstat olmadan kendini anlatamaz. İstanbul’un yokuşlarından birinden -muhtemelen Cağaloğlu yokuşu- kilolu hâliyle yürüye yürüye çıkar. Yokuşun başında nefes almak üzere bir lokantanın masasına ilişir, olayın sonrası ise şöyle gelişir:
Yahya Kemal bir yokuşu çıkıncaya kadar nefes nefese kalır.
Yokuşun sonundaki lokantadan bir garson seslenir:
- Buyrun beyim, ne alırsınız?
Yahya Kemal tebessümle:
- Evlat, müsaade edersen bir nefes alacağım!
Adalet yokuşu
Adalet, çok eski bir kavram ve insanlığın onu arayışı hiç de yeni değil. Hukuksuzluk ve adaletsizlik yeni olmadığı zulüm ve işkenceler de yeni değildir. Peki adalet nedir ne değildir? Her şeyden önce adalet “Hak ve hukuka uyma, herkesin hakkını gözetme, doğruluktan ayrılmama, hakkāniyet, adl” demektir. Önemli olan bunun nasıl, ne şekilde ve ne oranda gerçekleştirilebileceğidir. Allah’ın bir isminin Hak, bir isminin de Adl olduğu unutulmamalı, hatırdan uzak edilmemelidir. Üstat Mehmet Akif de bu hakikate dikkatimizi çeker: “Hâlık’ın nâmütenahi adı var, en başı “Hak”,/ Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!” Allah’ın isimlerinin en başında elbette ki “Allah” isimi celili gelir, ama şair burada hakka, hukuka, hakkaniyete dikkat çeker.
Hakikatin ifadesi için
Ne hukukçuyum ne de din âlimi. Ama düz bir insan olarak ilahi kitapların insanlara vermek istediği mesajların başında Hakk’ı, Allah’ı tanıdıktan sonra “insanların insanlar arasında adaletle muamele etmesi gerektiği” gelmektedir. Nitekim her hafta cuma günü hutbelerde son mesaj olarak Türkçe meali ile birlikte okunan ayet-i kerimede öncelikle adalet vurgusunun yapılmış olması önemli değil midir? “Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı, akrabaya karşı cömert olmayı emreder; hayâsızlığı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar. İşte Allah, aklınızı başınıza alasınız diye size böyle öğüt veriyor.” (Nahl, 90)
Bir toplumda hak, hukuk, adalet olmazsa o toplum çoktan çökmüş, belanın en büyüğüne gark olmuş demektir. Çökmek nedir derseniz bir yapının yerle bir olması, ortada yapı neyim hiçbir şeyin kalmaması demektir.
Mülteci, sığınmacı
Dünyanın birçok ülkesinde hak, hukuka, adalete yeterince riayet edilmediğinden bugün ülkeler arası en büyük sorunların başında “mülteciler” gelmektedir. Mülteci, tek başına bakıldığında “sığınmacı” demektir. Peki kim, nereye sığınır? İşte onun cevabı: “Vatanını terk edip başka bir ülkeye sığınan kimse”. Tüzel olarak, resmiyet açısından “mülteci, şartlı mülteci, sığınmacı” kavramları farklı anlamlara sahip.
Genel olarak mülteci denince akla “Ülkesinde ırk, din, sosyal konum, siyasal düşünce ya da millî kimliği nedeniyle kendisini baskı altında hissederek devletine olan güvenini kaybeden, ülkesini terk edip, başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunan ve bu talebi kabul edilen kişidir.” gelir. Evet sözlükler, tüzel bakışlar mülteciyi böyle tanımlayabilir belki ama bence mülteciyi gerçekçi bir biçimde tanımlayan ibare şudur: “Ata ve ana-babalarının vatan olarak gördüğü ülkenin, kendilerine hapishane olduğunu gören insanlardır.” (Prof. Dr. Doğu Ergil) Bu yönüyle mülteci bir süreliğine “haymatlos” yani “vatansız” olan bir kimsedir. Kim ister ki vatansız olmayı?
Mülteci, “öteki”leştirilmiş hâliyle mazlum olan bir insandır. Elbette her mülteci ötekileştirilmiş değildir. Ülkeleri file benzetirsek onların arasında, ayakları altında ezilen çimlerdir. Dünyada, burası benim diyebilecek bir avuç topraktan mahrum edilmiş veya özgür ve güven ortamında geleceğe bakma imkânı elinden alınmış bir insandır.
‘Mülteci üretimi’
Hemen akıllara üşüşen, yürekleri parçalayan bir soru: Bir veya bir grup insan doğup büyüdüğü veya hayatını kazandığı topraklardan, vatanından yurdundan neden ayrılır da dilini, dini ve kültürünü dahi bilmediği topraklara, topluma, devlete ölümleri göze alarak iltica eder, sığınır? Zygmunt Bauman, Iskarta Hayatlar adlı eserinde bu trajik durumu şöyle açıklar: "Modernleşmekte geciken ülkelerin topraklarında gelişen tek sanayi, seri mülteci üretimidir." Demek ki mültecilik, mülteci olmayı seçenlerin günahı değildir, bunu onlara zorlayanlarındır.
Bir ülke başka bir ülkenin iç işlerine türlü sebeplerden dolayı müdahalede bulunması veya ülke yönetimlerinin demokrasi ve hukuk devleti ilklerinden gitgide uzaklaşarak totaliter bir yönetimi benimsemeye başlaması, mülteci problemlerinin yaşanmasının en başta gelen sebeplerindendir; bunların kaynağı kutuplaştırıcı ve kör siyasettir ve bu tür siyasi anlayışlardır.
Bugün mülteci sorununun oluşmasına sebep olanlar, onları ülkelerine almamak için daha fazla para harcamak durumunda kalıyorlar. Avrupa Birliğinin mülteciler için ayırdığı fona dikkat çekmek isterim. Bu, ülkelerine gelen mültecilere ayrılmış olan değil, ülkelerine gelmemesi için AB ülkesine komşu olan ve mültecilerin ara ülke olarak geçiş yapabilecekleri ülkelere ayırdığı fon. Bu fon ile siz mültecileri durdurma işlevini yerine getirin, yeter ki onlar bize gelmesin, demektedirler. İnsanları hem yurdundan, yuvasından, huzurundan, hayatlarından edeceksiniz hem de daha huzurlu, özgür ve hakkaniyetli buldukları ülkelerinize onları almayacaksınız, yol üzerinde denizlerde boğulmalarına sebep olacaksınız. İnsanları öldüren, onları ölümle burun buruna getiren ne deniz ne su ne de başka fiziki şartlar. İnsanları bu şartlara sürükleyen yine insanlardır ama bu, insanlık değil!
İnsan hayatına öyle bir etkisi var ki sözü alıp götürdü. Vicdanı olan insan, yaşanan bu elim olaylar karşısında nasıl rahat durabilir ki? Dinin ve vicdanın önüne dar siyasi, ideolojik bakışını koyduysa, bu bakış hem gözünü hem de vicdanını köreltti ise ancak rahat ve huzur içerisinde yaşayabilir. Bu ise insanlık değildir, başka bir şeydir.
İnsanlık adalete muhtaç
Ne yazık ki kör bir siyasi anlayışın hegemonyası altına alınmış milyonlar var. Dinin ve vicdanın söylediğine, söyleyeceğine aykırı yalan-dolan-talan üçgeninde hareket eden. Ne yaşadıkları, söyledikleri, bakışları ne dine ne de insanlığa uygun. Her gün söylenen yalanların üzerine daha yenisini, daha yenisini ve en büyüğünü katma derdindeler. Hak, hukuk, adalet mi dediniz? Hak getire!.. Hak’tan bir inayet olmazsa, vakitler hep karanlığa ayarlı hep hukuksuzluğa, haksızlığa, adaletsizliğe!..
Adaletin yolları dikenli, adaletin yolları taşlı. Yeryüzü adalete susuz, adalete aç. Masum ve mazlumlar adalete muhtaç. İnsan biraz da ismiyle müsemma olmalı derdi atalarımız. Osmanlının son muktedirlerinin adı “ittihat” ve “terakki” idi. Gelmeleriyle ne ittihat-dayanışma-birlik ne de ilerleme-yücelme-genişleme kaldı. Devlet bütün bütün emperyalizmin güçlerine âdeta teslim edilerek yıkıldı gitti. Bundan neden ders almıyoruz. Mahkemelerde “Adalet mülkün temelidir.” yazıyor. Yazıyor da neden bu hakikat sadece sözde/yazıda kalıyor da fiiliyata geçirilmiyor? Şimdi bütün hukuksuzlukları burada yazmamıza imkân yok. Unutmayalım; adalet yoksa gelecek tehlikeye girmiş demektir. Zira insanını yaşatamayan devletin kendisinin ilelebet yaşaması mümkün mü?
Tez verilmeli
İnsanlar adaleti yokuşlarda aramamalı. Vatandaş bilhassa adalet konusunda sarp yollara mecbur bırakılmamalı, adalete erişimi kolay olmalı. Kör ve kutuplaştırıcı siyasetten uzaklaşılmalı ki adalete her vatandaş ulaşabilsin, hakkını alabilsin. “Öz vatanında parya” olarak değil de özgür ve huzur içerisinde yaşayabilsin.
Sözlerin özünü Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Kahramanlık Türküsü’nde söylemiş; insan hayatını ilgilendiren ekmek, aş, su, ev hatta devlete baş, lider gecikebilir ama adalet gecikmemeli. Birçok internet sitesinde bu dörtlük şiirden çıkarılmış. Doğrusu sebebini bilmiyorum, ama dörtlük o şiirden bir parça. İşte, o Kahramanlık Türküsü şiirinden bir dörtlük.
“Ekmek, su, aş bulmak gecikebilir.
Temele taş bulmak gecikebilir.
Devlete baş bulmak gecikebilir.
Adalet gecikmez tez verilmeli.”