On beş yıl önce. Nazilli’de öğretmenim. İyi öğretmenim. Yani işgüzar bir öğretmenim. Önceki yıllarda olduğu gibi yine tiyatro yazmışım, öğrencileri seçip, aylardır çalıştırmışım. Dekor, kostüm, makyaj, müzik, ışık, ses düzeni, resmî izin prosedürleri… anam ağlamış… Öğretim yılının sonu iyice yaklaşmış, oyunu sahnelemenin zamanı gelmiş. Oyun da sahneye konulacak kıvama gelmiş... Birkaç değişik yerde sahnelememiz lâzım ki daha geniş kitlelere hitap edebilelim ve böylece rolü olan öğrencilere daha fazla alkış toplayabilelim. Ayrıca mensubu bulunduğumuz özel okulun sesini duyurmuş olalım.
Yoldayım, Ödemiş’e gidiyorum. Oyunu orada sahneleme imkânlarını araştıracağım ve bunu sağlamaya çalışacağım. Telefonum çalıyor:
“-Alo, ben Polis Memuru Bilmem Kim…” Haydaaa? “Siz Serdar Özmilli’siniz değil mi? İhbar ettiğiniz, şahısları yakaladık. Arabaları da bağladık. Tutanaklar tanzim ediliyor, siz şikâyetçi misiniz?” Telefondaki polis memuru bunları söylüyor ve soruyor.
“-Memur Bey, ben şu an Nazilli’de değilim, yoldayım. Şikâyetçi olup olmadığım konusuna gelince… Ben ihbarımı yaptım, sizlere yollanan selâmı ilettim. Gerisini size bıraktım. Ne gerekiyorsa yapın, siz bilirsiniz. İsterseniz, size selâm yolladıkları için siz şikâyetçi olun. Hayırlı günler.”
Sevineyim mi, üzüleyim mi, endişeleneyim mi? Yalnızca bu üçü de değil, daha birçok duyguyla, güveçte pişirilmiş türlü aşı gibi iç içeyim. Ödemiş’te o kafayla işimi takip ettim ve belediyeye ait bir salonda, orada yaşayan velilerimizin davetlisi olarak oyunu sahneleme bağlantısını ayarlayıp akşama Nazilli’ye varacak şekilde geri döndüm.
Polisin sözünü ettiği olay, önceki hafta yaşanmıştı aslında. Cuma namazına gitmek için evden çıkmıştım. Acayip derecede yüksek bir müzik sesi ortalığı kaplamış. Baslar, wooferlar… Yer yerinden oynuyor, neredeyse kaldırım taşları hop hop hopluyor. Aynen tahmin ettiğiniz gibi; iki otomobil, biri Malatya plâkalı. Ana yolun altındaki sokakta, evime yaklaşık 80 metre mesafede park halindeler… Birinin bagaj kapağı açık, içindeki hayvanî hoparlör görülebiliyor. İki genç adam da açık bagajın başında birbirleriyle konuşmaktalar. Bineklerinin başında birbirleriyle konuşmaktalar. Binek kültüründen habersiz iki binici. Saatime baktım, ezan okundu okunacak. Ana yoldan camiye yönelip yürüdüm.
Camiden dönerken merakla baktım, araçlar da gençler de aynı yerlerinde idiler. Ama müzik sesi kesilmişti. Eve girdim. Ancak kısa bir süre sonra bonglar bunglar, tangırtılar tungurtular yeniden başladı. Kesin olarak hatırlamıyorum ya mayıs sonu ya da haziran başı. Nazilli. Sıcak ve nemli hava, pencereleri açmazsak evin içinde durulmuyor. Açarsak da gürültüden duramıyoruz.
Elime kâğıt kalem aldım, çıktım evden. Araçların yanına vardığımda yine müzik kesilmiş, araçlar kapatılmıştı. O iki vatandaş da ortalıkta görünmüyordu. Evlerinin, orada bir yerde olduğunu düşündüm tabi. Doğru düşündüğümü de araçların plakalarını kâğıda yazarken anladım. Gençlerden biri, karşıdan, tek katlı müstakil evin neredeyse omuz yüksekliğindeki bahçe duvarının arkasından seslendi:
“-Bir şey mi vardı abi?”
Dönüp doğru dürüst bakmadığım için ne seslenen kişinin ne de yanındaki diğerinin yüzlerini bile algılamadan plâkaları yazmayı sürdürürken:
“-Evet bu araçlardan yayılan gürültü rahatsız etti beni. Polise şikâyet etmeyi düşünüyorum.” dedim. Beklediklerimden oldukça farklı bir cevap gecikmedi:
“-Öyleyse bizden de selâm söyleyin polise.”
“-Aynen dediğiniz gibi yapacağım, merak etmeyin.” dedim ve oyalanmadan oradan ayrıldım.
Şu selâm konusu girmeseydi işin içine, yaptığım hamle bir blöften öteye geçmeyecekti büyük ihtimalle. Hele özür falan dilemeye kalksalar, belki de dost bile olacaktık birbirimizle. Fakat o küstahlıkları beni zorladı, eve varınca 155’i aradım. Telefonun ucundaki bayan görevliye derdimi etraflıca anlattım, adresi ve araçların plakalarını verdim, kimliğimi söyledim ve şikâyetçi olduğumu belirttim. Ancak görevli bayan, tuhaf tuhaf sorular sormaya ve güya inisiyatif kullanmaya kalkıştı.
“-Şimdi hâlen gürültü yapmayı sürdürüyorlar mı?”
“-Siz uyardınız mı? Onlar ne dediler?”
“-Araçlar ne marka, ne renk?”
“-Hangi parçaları çalıyorlardı? Rock mu blues mu caz mı ne tür müzik çalıyorlardı?”
Tabi bu son soruyu sormadı bayan görevli, durumumu anlayasınız diye ben uydurdum. Memurenin son sözünü de aktarayım:
“-Ben notumu aldım. Bir daha gürültü yaparlarsa bizi arayın, gereğini yaparız. İyi günler.”
Hayır, günüm hiç de iyi falan değil. Şikâyetçiyim. Geçiştiriliyorum. Ey Devlet Baba, ayıp oluyor ama!
Pes etmiyorum; makaleler, fıkralar yazdığım yerel bir gazete var, sahibi arkadaşım. “Şikâyetçiyim” başlıklı bir mektup yazıyorum. Başından sonuna, bayan görevlinin son sözüne kadar bütün macerayı detaylarıyla anlatıyorum. Avrupa’da falan bu işlerin böyle mi olduğunu, polise yapılan ihbarların böyle mi değerlendirildiğini sorarak bitirdiğim mektubumu gazete yayınlıyor. İşte o zaman ortalık karışıyor, Emniyet Müdürlüğünü bir telâş alıyor… O araçları ve şahısları buluyorlar. Şahıslar, Merkez’e götürülüyor, ifadeleri alınıyor… Eski öğrencim olan İlçe Emniyet Müdür Yardımcısı, çalıştığım okulun müdürünü arıyor:
“-Yahu, Serdar Hocam niçin böyle yaptı, bizi de zor duruma soktu? Beni arasaydı, ben gereğini yapmaz mıydım? Nerede kendisi, görüşseydik…”
Görüşemezdik maalesef, ben Ödemiş yolundaydım. Öğrencim olan emniyet müdür yardımcısıyla da görüşemezdik, çevrelerine müzik ziyafeti sunan o iki gençle de. Sonradan gazeteci arkadaşımdan ve okul müdüründen öğrendim; o ikisi de beni fellik fellik aramışlar. Herhâlde özür ve af dileyeceklerdi(!) kim bilir. Emniyette sorgulandıktan sonra soluğu gazetede almışlar. Burunlarından dumanlar, buharlar çıkar vaziyette gazeteci arkadaşa hesap sormuşlar:
“-Sen ne hakla bizim araçlarımızın plâkalarını ilân ediyorsun, bizi ihbar ediyorsun?..”
Arkadaş, kendisinin bir gazeteci olduğunu ve haberdi, ihbardı, kendisine gelen olayları aktarma hakkı ve görevi bulunduğunu belirtiyor ve gazetedeki benim imzam ile yayınladığı mektubu gösteriyor gençlere. Bu defa, gazeteci arkadaşıma, beni nerede ve nasıl bulabileceklerini soruyorlar burunlarından buharlar ve dumanlar çıkmaya devam ederken. Arkadaş, okulumu söylüyor ve ekliyor:
“-Sizin yerinizde olsam Hoca’yı hiç aramazdım. 1,90 boyunda ve 110 kiloluk bir adamdır kendisi…”
Fakat vatandaşlar, 250 kilo olsam bile, benim ifademi almaya kararlılar. Burunlarından soluyarak çalıştığım okula varıyorlar. Birisi Malatya’da uzman çavuşmuş, izine gelmişmiş. Niyetleri kötü. Hangi yönden baksan belâ kapıda. Fakat Allah’tan ki ben Ödemiş yolundayım… Cenâb-ı Hakk korudu yani, öyle ya da böyle pisliğe bulaşmamış oldum.
Sonrasını bilmiyorum. Polisler, kendilerine yollanan selâmı aldılar mı? Toplumu, çevrelerini rahatsız etmemek için ellerinden gelen bütün gayreti gösteren bu centilmenlere herhangi bir ceza verildi mi? Araçlarının bagajlarındaki hoparlörlere el konuldu veya en azından cihazlar söktürüldü mü? Beyefendiler, yaptıklarının yanlış olduğunu anladılar da bu davranışlarını terk ettiler mi? Ve teşekkür(!) etmek için beni aramaktan vazgeçtiler mi? Bunları hiç bilmiyorum. Benim yanıma gelen giden olmadı.
Ama araçlarının bagajlarına o zıkkımları yerleştirenler çoğaldı ve çoğalıyor, biliyor musunuz? Ve sizler, toplumu oluşturan hanımefendiler, beyefendiler, hiçbir şey yapmak zahmetine girmiyorsunuz. Devlet de üzerine düşeni yapmıyor. Cennette yaşıyoruz(!) Belki ben bir gün tam otomatik bir silah alacak ve düüüüt! Ne kötü.
Şimdi ben yuh çekmek istesem, kimi, neyi yuhalamalıyım? Ama eşeklik bende kalsın diyor ve kendimi yuhalıyorum: Yuh olsun bana! Sizler de âmin deyin.
Takvim, 27 Şubat’ı göstermekte. Yaz mevsimi yaklaşıyor, yani asıl gürültü sezonu geliyor… Hepinizi, şimdiden, gürültü yapmaya ve gürültü dinlemeye davet ediyorum. Davetlisiniz efendim. Vesselâm.