İnsanoğlu, bir dişi ve bir erkek olarak yaratılmıştır. Bu iki varlık birbiriyle bir bütündür; biri olmaksızın diğeri yarımdır, eksiktir; yalnızdır, mutsuzdur, huzursuzdur. Bunların biri babadır, biri anne. Yüce Yaratan, babaya ayrı bir özellik, anneye ayrı bir güzellik ikram etmiştir. Bu farklı özellikleri, bu farklı ikramlar bile onları birbirine daha muhtaç ve birbiriyle huzur bulmasını bilme bilincine ermesini gerekli hâle getirmiştir.
Mayıs ayının ikinci pazar günü “Anneler Günü” olarak kutlanagelmektedir. Bizim örf ve âdetlerimiz, geleneklerimiz, düşünce sistemimiz açısından “anne sevgisi” sadece bir güne elbette irca edilmesi, indirgenmesi mümkün ve söz konusu değildir. Çünkü gerek ayet-i kerimelerde gerekse hadisi şeriflerde “anne”ye atfedilen değer bir ömre değerdir; “Cennet, anaların ayakları altındadır.” Çünkü anne, hayattır, ömürdür. Annesine ve annelere saygı gösteren, onların hakkını veren, cennet kokularını duyar.
Anneler yaşatır
Anneler yaşar ama kim için? Hayır, anne öncelikle evladı için yaşar; evladı açsa kendisi yemez, evladı çıplaksa kendisi giymez. Ne derlerdi “Yemez, yedirir; giymez, giydirir anneler!” Ramazan gibi mübarek günlerdeyiz; akşam iftar edeceğiz. Bir anne sofrada iftarını açar açmaz, önce evlatlarını doyurmak ister, hemen lokmaları evladına tutar. Bunu hem çocukluk yıllarımdan hem de annemin sekseni aşkın yaşına rağmen -Rabbim sağlıklı ve hayırlı uzun ömürler versin- evinde beslediği birkaç keçi ve oğlak için ortaya koyduğu çabasından biliyorum.
Akşam ezanı vaktinde, önce oğlakların, keçilerin -varsa diğer hayvanların- yiyeceklerini yemleklerine koyar gelir, ondan sonra kendi yiyeceğini düşünür. “Önce biz yesek sonra onları baksak olmaz mı?” diye nazlandığımızda, annem, “Onların yiyeceğini vermeden rahat edemem ben.” derdi. Şimdi, annenin hayat, şefkat, merhamet olduğu daha iyi anlaşılmıyor mu? Evimizdeki bu durum, çocukluğumuzda da böyleydi şimdi de böyle. Normal akşam yemeklerini genelde herkes akşam namazından sonra yeri, ama biz yatsıya doğru yerdik. Niçin, Allah’ın bu insan dili bilmez “dilsiz kulları”nın hakkı geçmesin, onların yiyeceği önce verilsin diye. Annemi bugün daha iyi anlıyorum.
Halk ozanlarımız arasında yetişen son devrin en büyük sanatçılarından Neşet Ertaş usta kadınlarımızı, annelerimizi anlama hususunda ne güzel söyler, “Kadınlar insandır, biz insanoğlu!..”
Halk arasında söylene söylene neredeyse anonimleşen Niğdeli Şair Hüseyin Nail Kubalı’nın Anama başlıklı şiirinde geçen harika bir dörtlüğü vardır, analarımızın kıymetini bilmemiz adına, o sözlere kulak vermemiz icap eder: “Ana başta taç imiş./ Her derde ilaç imiş/ Bir evlat pir olsa da/ Anaya muhtaç imiş.”
Ana baba sevgisinden mahrum, onların duasını alamamış olmak, kayıpların en büyüğüdür. Onların bedduasından da sakınmak gerek. Çünkü onların duası da bedduası da geri çevrilmez. Bu sebeple duasını almanın, gönüllerini hoş etmenin yollarını arayıp bulmak, bilip gönülleri etmek lazım. Küçük şeylerle mutlu olmayı bilenlerdeniz. Uzaktaysak, en azından telefonla arayıp hâl ve hatırlarını sormak, yalnızlıklarını sesimizle de olsa gidermek lazım.
Anne varsa hayat vardır
Yazar Ali Çolak, “Sonrası Anne” başlıklı yazısında evin, ocağın tütmesinde annenin önemini şu satırlarda ne güzel anlatır: “Baba evlerini yaşatan, ancak ve yalnız annelerdir. Zira, anne hayattaysa, babanız bütün bütün ölmüş sayılmaz.” der. Babasını çeyrek asır önce ebedî âleme yolcu etmiş bir evlat olarak bunu biliyorum. Anne hayattaysa aile devam ediyordur, çocukları onun etrafında pervane olup dolaşıyorlardır. Yazar, ailenin hayatını devam ettirişini annenin “bilinmez ve anlaşılmaz büyük marifeti” olarak görür: “Evinin direğini yitirmiş çoğu kadın, bizim idrak edemeyeceğimiz bir marifetle, evde onu, kimselere görünmez, yalnız kendisinin görüşüp halleşebildiği esatiri bir varlık gibi yaşatır. Hayır, hayır… Rahmetli eşinin hatırasını yaşatmak kabilinden bir şey değildir bu. Basbayağı, şu bildiğimiz yaşamaya benzer, sanki yarı canlı, yarı ruhani ikinci bir hayat…”
Anne yoksunluğunda hayat
Ailede baba bir direkse anne o direğin altında bir vaha gibi hayattır. Direk yıkıldığında da hayat devam eder. Ama anne vefat etmişse ocaklar yanmaz olur, odalara perdeler çekilir. Kimseler uğramaz olur evlere, evler yalnızlaşır, kardeşler arasında sevgi, muhabbet azalır, babayı bakmak bir yük olur. Onu memleketin hangi “huzur evine” verilirse herkesin huzur bulacağına dair düşünceler şimşek gibi çakmaya başlar evlatların zihinlerinde.
Rahmetli babam, bunu bildiğinden ve düşündüğünden mi nedir hatırlarım dualarında hep “Elden ayaktan kesilmeden, güçten kuvvetten düşmeden, başkasına muhtaç etmeden emanetini al Rabbim!” diye dua ederdi. Rabbim onun bu samimi duasını kabul eyledi ve altmış üç yaşında iken emaneti Sahibine teslim edip gitti. Uzak şehirlerde olduğum üçün cenazesine yetişmek nasip olmamıştı. Rabbim rahmetle mekanını cennet eylesin inşallah!
Şiirimizde ana
Ana teması edilir de üstat Yavuz Bülent Bakiler hatırlanmaz mı? O, hem yazdığı şiirlerde ele aldığı ana teması hem de “Şiirimizde Ana” isimli seçkisi çok önemlidir. Bakiler bu çalışmasında Cumhuriyet döneminin önemli söz ustalarından -kendisi de dahil- 52 şairimizin anne şiirlerine yer verir. Eserdeki şiirleri incelediğimizde, eserin, her şairin anneye bakışlarının farklılığından doğan güzellik demeti olduğu hemen anlaşılacaktır.
Bakiler, Analar isimli şiirinde garibin, fakirin, mahkûmun annesini, kendi annesini ve karısının annesini nasıl gördüğünü; onlardaki güzellikleri duygusal bir tonla vermeye çalışır: “Mahkûmun anası susar konuşmaz/Suçu kendisinde sanır./Kaçar insanlardan aydınlıklardan/Duvarlara bile baksa utanır.” dedikten sonra sıra annesine olan duygularına gelmiştir: “Açılsa üstüm biraz, duyar da gece yarısı/ Kalkar yatağından gelir/ Bir mübarek el usanır yorganıma usulca/ Bilirim anamın elidir.//Bir merhamet bir sıcaklık bir gurur/Yavrum diyen sesinde/ Ve huzurun günde beş vakit nabzı vurur/ Beyaz tülbentinde, seccadesinde.” diye anlattıktan sonra “Karımın anası” der, “ anama benzer/ Öylesine yakın, öylesine ince” dir der ve sonra damadını “oturtacak yer bulamama” telaşına kapıldığını söyler ve şunu itiraf eder bir bakıma: “Ve alnım açıksa, başım dikse/ Dirliğimiz varsa, mutluysam/Yüzüme gülüyorsa böyle bu şehir./ Bir beyaz zambak gibi pırıl pırılsa yavrum/ Ve yavrumsa her şeyi bana sevdiren bir bir/ Bu mutluluk bu düzen bu bitmeyen aydınlık/ Anasının yüzü suyu hürmetinedir.”
Öksüz kalan çocuklar
Bir başka söz sultanı Sezai Karakoç, Anneler ve Çocuklar adlı şiirinde anne, çocuk ve ölüm üçlüsü üzerinde durur. Annesinin ölümüyle öksüz kalan çocukların duygusunu paylaşır bizimle. Şair “Anne öldü mü çocuk/ Bahçenin en yalnız köşesinde/ Elinde siyah bir çubuk/ Ağzında küçük bir leke” dedikten sonra çocuğu, evladı ölen bir annenin psikolojisinin resminiz çizer âdeta: “Çocuk öldü mü güneş/ Simsiyah görünüyor gözüne/ Elinde bir ip nereye/ Bilmez bağlayacağını anne” Bu resmi birkaç gün evvel sosyal medyada gördüm ben. Birkaç senedir kanserle mücadele eden bir çocuğun, Ahmet Burhan Ataç’ın vefatıydı, yürekleri burkan. Henüz sekizinde dokuzunda, hayatının baharında bir çocuğun vedasıydı. Ne umutları ne hayalleri vardı kim bilir onun. Ah be Ahmet gittin sen cennetine; biz şimdi burada cehenneme döndürdüğümüz şu dünyada onun azabıyla iç içeyiz!
Şair, şiirinin sonunda anne ile çocuğun birbirlerinin yokluğunda, ölümünde benzer davranışlar sergilediğini söyler: “Kaçar herkesten/ Durmaz bir yerde/ Anne ölünce çocuk/ Çocuk ölünce anne” diyerek çocuğun ve annenin kendi içine kapandığını söyler.
Anneye uzaktan sesleniş
Evlat, bazen uzaktan sever annelerini. Hele günümüz modern hayatında bu durumu yaşayan pek çok evlat var, pek çok anne var evladından uzakta yaşayan. Uzak şehirlerde uzak ülkelerde çalışmak, hayatları buralarda kazanıp devam ettirmek durumunda kalıyoruz. Dünya hayatını da ahiret hayatını kazanmak gerekiyor… Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in Anneciğim adlı şiirinde bütün bunları görmek mümkün. Kısakürek, annesine uzaktan seslenmekte annesinin ak saçlı başını elinin arasına alıp kederli bir şekilde kara kara düşünerek olumsuz hayallere dalıp gitmesini, kalbindeki acılı duyguları bahtın yeline vererek bu kederlerden kurtulmasını talep ettikten sonra “Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,/ Gecenin ardında yine gece var;/ Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,/ Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!” diyerek yalnızlıklarıyla baş başa kalan annelerin ıstırabını seslendirir. Çaresizlik ve yalnızlık içinde olan annelerin ve çocukların ağlamalara ve hıçkırıklara boğulduğunu belirtir. Ardından da ebedi yolculuğa çıkma ihtimali olan annesine seslenir: “Bu kış yolculuk var diyorsa için/ Beni de beraber al anneciğim.” diyerek annesinin kendisini de mezara götürmesini ister!
Mütevazıdır anneler
Anne çok mütevazı bir varlıktır. Anne-evlat ilişkisinde “Kime göre kim/ne?” sorusunun cevabı netleşir. Çocukken annesinin oğlu/kızı olan, çocukların büyüyüp makam mansıp sahibi olduklarında, toplum tarafından çok bilinir hâle geldiklerinde “oğlunun/kızının annesi” olarak anılmaya başlar anne. Anne bu durumu büyük bir paye, makam, rütbe olarak değerlendirir. Arif Nihat Asya’nın “Anne” şiiri tam da bu mantaliteyi sergiler. Şiir, çocuğun bebeklikten büyüklük haline kadar olan süreci ele alır: “İlk kundağın/ Ben oldum, yavrum;/ İlk oyuncağın/ Ben oldum.// Acı nedir/ Tatlı nedir... bilmezdin/ Dilin damağın/ Ben oldum.” Sonra devran değişmiştir, toplum içinde öne çıkan anne değil, çocuğudur artık, herkes “onun annesi” diye anmaya başlar o anneyi: “Artık isterlerse adımı/ Söylemesinler bana/ 'Onun Annesi' diyorlar.../ Bu yeter sevgilim bu yeter bana!” Şiirin sonunda anne, “onun annesi” olma payesini aldığı için çok mutludur: “İlk oyuncağın/ Ben oldum.. Yavrum/ Son oyuncağın/ Ben oldum...// Layık değildim/ Layık gördüler/ Annen oldum yavrum/ Annen oldum!”
Hayat anne eli bir kilim
Çeyrek asır önce babamın vefatı üzerine, anneme hitaben kaleme aldığım Anne adlı şiirimde duygularımı şöyle yansıtmıştım: “Rahmet üstüne rahmet iner/ Sana saygı gösterilen yere.// Anne gönlüme düşen bir sızıdır,/ Yüreğimi yaralayan, parçalayan/ Bak bu sabah gök mavi değil kırmızıdır./ İnci damlalarını akıtıp ağlayan/ Gözlerin mahzun bakar ufuklara.”
Anneler hayattır demiştim ya, evet işte öyledir, annelerimizin elinde nakış nakış, desen desen dokunan bir hayattır. Anneler ölümsüzlük suyu olan bengisu gibidir, tıpkı Bengisu adlı şiirimde dediğim gibi: “Bir ak hayal yaşanır orada yaşanır mavilim/ Mevsim bahar, güneş mutluluk, yüreğin sıcak iklim/ İçine desen desen serdim anne eli bir kilim/ Kilimleri ilmek ilmek dokuyan gözler bengisu/ Bir gölge gibi beni adım adım izler bengisu”
Anaların hakkı ödenmez ama bizler onlara gereken saygıyı ve nezaketi gösterelim. Anneleri üzmeyelim. Evlatlarını gözletmeyelim. Onlar, evlatlarıyla bir olursa her daim mutlu ve huzurlu olurlar. Hayat, onların kalbini kazanmaya değmez mi?