Her insan bir âlemdir ve her insanın ayrı bir hikâyesi vardır. Bazen olur ki hikayeler birbirine yaklaşır, hikâyenin sahipleri insanlar da. Bazen hikâyeler iç içe iken bir tel kopar, hikâye yarıda kesilir, kısa hikâye olur, oradan da küçürek öykü hâlini alır.
Ekim ayının ilk haftasında, Denizli’de düzenlenen kitap fuarında almıştım onu. Çoktandır elimin altındaydı, bir şiir kitabını okurcasına okudum öykülerini ara ara. Ara ara okuduğum öykülerde dünyayı aradım, ukbayı aradım. Her birinden izler buldum, ama çokça da sevgi dolu gönülden sayfalar okudum.
Bayezıd-i Bestami "Hakikat aramakla bulunmaz ancak bulanlar, hep arayanlardır." der. Öyleyse aramalı insan, her şeyin iyisini aramalı; sözün de sazın da derginin de kitabın da iyisini, doğrusunu, güzelini, hakikat renkli ve hak edalı olanını!..
Ara ara, öykülerini okuduğum bu güzel ve orijinal eser, Ardıç Kuşları’ndan başkası değildi.
Her bir cümlesi şiir tınısında sesler taşıyan, bir bakıma da yer yer “mensur şiir” diye nitelendirilmesi mümkün metinlerden oluşan Ardıç Kuşları, modern mesnevi diyebileceğim “Leyl’den Kalan” ile tanıdığım, öykücü Ayşe Hayta tarafından kaleme alınmış. Eser, yaklaşık bir yıl önce, Ocak-2022 tarihinde Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık (KDY) tarafından dijital baskı tekniği ile basılarak raflardaki yerini almış.
Kitabın sayfalarına doğru bir yolculuğa çıktığımızda iç kapak, künye sayfası ve tekrar iç kapak’tan sonra yazarın biyografisinin yer aldığı bir sayfa ile karşılaşıyoruz. Ama biyografi sayfasında ismin altındaki üç nokta ile birlikte yazarın sadece ismine yer verilmiş. Bu hayatın, ömür sayfasının yazılmaya devam edilmekte olduğunun bir işareti olsa gerek.
“Giriş” sayfası şöyle başlıyor: “Ağaç kovuğunda kanatlanıp uçmayı beklerken, rastgele fırlatılan taşı karnında taşıyan bir ardıç kuşuyum ben. Kanat çırpa çırpa uçup gidenleri, kendine sarılarak seyreden. // Bu yüzden olsa gerek bu yüzden; kim elini uzatırsa uzatsın uzaklaşırım olduğum yerden. Uzatmayın elinizi, korkuyorum ellerden.”
Eser, on dokuz (19) bölümden ve elbette ki on dokuz öyküden oluşuyor. On beşinci bölüm, “Gönderilmemiş Mektuplar” adından da anlaşılacağı üzere mektup türünde. Bu bölümde, Risâle’yi andırır bir biçimde otuz üç (33) mektup var. Mektupların yarısı serbest ölçü ile yazılmış şiir tarzında diğer yarısı da mensur şiir tadında.
Genelde öykülerin her biri yer, olay, kişi/ler bakımından birbirinden bağımsızdır, yazarının ortak olmasının dışında, birbirleriyle pek alakası yoktur, ama Ardıç Kuşları’da öyle değil.
Yazar Hayta, benim de zaman zaman, “Öyle yapılsa nasıl bir eser ortaya çıkar acaba?” diye düşündüğüm bir tarzı hayata geçirmiş. Nedir o tarz?
Kitapta yer verilen öykülerdeki kişilerinin aynı olması, öykülerde yaşanan olayların birbiriyle ilişkilendirilmesi, atıflarla eskilerin, geçmişin çağrılması gibi. “Bunun roman türünden farkı ne olacak?” sorusu akla gelebilir. Romanlarda ayrıntıya inme, etrafın, kişilerin, nesnelerin detaylı betimlenmesi söz konusudur, kişileri fazladır.
Burada öykülerin her biri, normal öykü özelliklerini taşıyacak ama kişisi, yeri, olayı diğer öykülerle ilişkili ve ilintili biçimde olacaktı. Yazar, bu tarz bir yolu izleyerek bir nevi “küçürek roman” türünü ortaya koymuş. Küçürek öykünün, normal öykünün daha kısacası olduğu düşünülürse “küçürek roman”, normal kısa romanın daha öz şekli, normal öykünün az daha hacimli şekli diye nitelendirilebilir.
Türlerin tedahülü, iç içeliği eskiden beri var olan bir tarzdır. Ardıç Kuşları’nda tarz, türlerin iç içeliğini aşmış durumda.
Yüz elli sekiz (158) sayfa hacimli Ardıç Kuşları; “Canevi, Saklı Yara, Bir Yangının Söyleyemediği, Veda, Hayallerimin Şehri, Yangının Sesi, Yağmurun Sesi, Âşıklar Diyarı, İçli Bir Rüya, Gidelim Buralardan, Yarım Kalan, Ayrılık Mevsimi, Vuslat, Zaman Birazcık Zaman, Gönderilmemiş Mektuplar, Aşkı Kâğıda İşlemek, Aşkı Taşa İşlemek, Aşkı Kumaşa İşlemek, Kuşlarla Göç” adlı öykülerden oluşuyor.
Olayların akışına baktığımızda bunun küçürek romana uygun olduğunu, hâl ile başlayıp geçmişe giden, sonra oradan devam edip gelişen bir çizgi izlediğini söylemek mümkün.
Birinci öykü olan Canevi’nde, bütün öykülerin aynı zamanda anlatıcı kişisi olan ve Ege’nin bir kasabasına, Zeyve’ye bir süreliğine görev yapmak üzere ataması yapılan Zeynep, orada Asım amca, Kiraz teyze gibi değerlerin yanı sıra Doğan gibi, annesine sürekli yol gözleten “hayırsız evlat”larla da karşılaşır. Asım amca kuşlara merhameti ile öne çıkar. Kiraz teyzeyi de evladına aşırı derecede düşkün oluşuyla ve her türlü meyveden gıdadan oğluna yedirme düşüncesi ve oğlunun gelmesi için sürekli olarak yollara bakıp sabırda sebat etmesiyle, sakinliğin ve duruluğun abidesi olmakla tanırız. Kiraz teyzenin sekerat anında gelen oğlu Doğan’a, konu komşu ve köy ahalisince “hayırsız evlat” olduğundan pek de yüz verilmez.
Çocukların, genç kızların aşırı ilgisiyle karşılaşan Zeynep, bu ilk görev yerinden, Asım amca ve Kiraz teyzeden oldukça etkilenmiş olarak ayrılır. Şuur altına girenler, öyküler boyunca ara ara ortaya çıkar.
Küçürek romanın ikinci öyküsü, Zeynep’in çocukluğuna gidiştir. Çocukluğunda merhametsiz babasının evini ve ailesini terk etmesinin ardından Zeynep’in annesi ve ablası mevsimlik işçi olarak pamuk toplamaya gider. Zeynep’i, kocası gemilerde çalışan Mehpare teyzeye emanet ederler. Kaçakçıların evi basması sırasındaki arbede Zeynep, aldığı bıçak darbesi ile yaralanır. Onu doktora götürmek yerine, askerde sıhhiye olan, merhametsiz Gemici Ferit, iğne ile Zeynep’in karnındaki yarayı diker, bu olayı başkasına anlatmaması konusunda korkutarak kızı tembihler, Mehpare teyze de bu yönde telkinlerde bulunur. Zeynep, bu olayı ne annesine ne de ablasına anlatır. Olay içinde gömülü olarak geçmişte kalmış, acıları içinde saklanmıştır.
Asıl öykü, bir bakıma, Hayallerimin Şehri ‘nde başlıyor; yeni bir elbise dikimi için terziler sokağına giden Zeynep, orada genç, nazik ve mahir terzi Hasan ile karşılaşır. Hasan, işinin ustası, kime, hangi özellikte, nasıl elbise dikilebileceğini bilen bir terzidir. Bu karşılaşmada dikilen elbise midir, ayrı ayrı yerlerden gelip aynı mekânda, terzi dükkanında birleşen kalp midir? Bu, ikisi arasında gidip gelen bir aşk iklimine dönüşecek gönül olaylarının toplanmasından başka bir şey değildir aslında. Hangi meteoroloji uzmanı gelecek aşk sağanağını tahmin edebilir ki?..
Zeynep ile Hasan farklı öykülerde, farklı olaylar içinde, ama hep bir arada olurlar. Bunu Zeynep’in iç konuşmalarından ibaret olan anlatımlarından anlıyoruz. İstanbul, Eyüp Sultan, Zeyve, Maşukiye, Göller Yöresi, Barla, Eğirdir Gölü, Sapanca, Denizli vb. yerler bu yeni çağ âşıklarının aşklarına tanıklık eder.
Âşığın bakıp göreceği birdir, beklediğinin bir olması gibi. O maşukundan başka kimi arar, kimi sorar, kimi bekler ki? Gördüğü, göreceği, görmesini, gelmesini istediği sadece sevdiğidir, sevdalısıdır. Zeynep’te durum, bundan farklı değil, Zeynep de bundan farklı değil. Aşkı dillendiren Zeynep olduğu için maşuk olan Hasan’ın duyguları, düşünceleri çok fazla belirgin değil. Bellidir de yeterince satırlara inmemiştir o duygular sadırdan. Kalbi diken terzi, Hasan mıdır Zeynep midir, yoksa her ikisi birden midir? Aşk iki kişiliktir, derler; birinden “tel koparsa” ikisinden de “ahenk ebediyen kesilir.” Nitekim bu gerçek değişmedi. Araya giren ayrılıklar, buluşamamalardan sonra yine bir rüya ile terzihanede kavuşulması sırasında o tel kopmuşa benzer. Elbiseyi diken terzi, geçmişte dikmiş olduğu elbisesini tanımadığı gibi elbiseyi giyeni de tanımaz olmuş, elbiseyi kendisinin mi diktiği sorusuna “Bilmiyorum.” diyerek cevaplamıştır.
Terzihanede başlayan beşerî aşk, yine terzihanede İlahi aşka kanatlanır. Aşkın ibresi, âşığa, bundan sonraki istikametin fenalardan bekaya, oradan Bâki olana olduğunu gösterir. Artık, kurslarda, atölyelerde, meşklerde Zeynep’in gönlünde yalnızca Allah aşkı vardır. Gönül, fenalardan, fanilerden Beka’ya, Bâki olana kanatlanmıştır bir kere. Olayların akışı, “şeb-i arus”la, “düğün gecesi” ile son bulur açık kalan gözler toprakla dolarak.
***
Bu güzel eseri okurken yaşadığım bir “tevafuk”u buraya almam gerek: Geçenlerde Denizli İlbadı Mezarlığı’nı kıymetli şair yazar Hüdayi Can ile ziyaret ettik. Ziyaret sonrası, akşamleyin, eserden devam ederek okuduğum kısımda “Neden kapatıyorsun kendini küçücük konağa? Nasıl ziyaret etmezsin İlbadı Kabristanlığındaki uluları?..” yazıyordu. Ziyaret etmişliğimiz sebebiyle okur olarak bu “azar”dan pay almamış olmanın sevincini yaşadım.
Öykü tadında küçürek roman ile buluşturan şiir yürekli yazar Ayşe Hayta’ya bu güzel eseri için teşekkür ederim. “Hürmet gösterdiği” bu kalem, onun eserini ne kadar ayna olabilmiştir, tartışılır.
Yazılacak çok şey var, ama Ardıç Kuşları’ndan derlediğim bazı cümleleri paylaşmak en güzeli:
“Yoldaştık, ama aynı yolda değildik.”
“Konuşmaları bitenlerin yolları da ayrılırmış demek ki!..”
“Elbise ten örtüsü ise gönül örtüsü neydi?”
“Bir kere aklıma bir şey geldi mi bir daha çekip gitmezdi.” “İnsan, üzerindekileri çıkarıyor da içindekileri çıkaramıyor. İnsan çırılçıplak kalınca içinde kalan görünmesin diye köşeye büzülüyor. İnsan içini örtüyor.” “
“Ölürken de mi sussun insan?”
“Bir şeyi gerçekten isteyen, azimle çalışıp çabalayan, mutlaka istediği o şeyi bulur.”
“İnsan, gitmeyi aklına koyunca kaldığı yer ona dar gelir.”
“Aşk, ondan başkasına kapıları kapamak demek.”
“Kalp kırılınca heves de kırılıyor.”
“Her biri hediye paketi olan yağmur damlalarını izliyorum.”
“Okunacak ne çok kitap var!”
“Aşk burada oluyor, ötelere taşıyor.”
Aşkın kapısı kapanıp göklerin kapısı açılıyor.”
“Açık kalan gözlerime toprak doluyor, gözümü toprak doyuruyor.”