Bayrama hüzün, acı, kan ve gözyaşının gölgesinde girdik. Zaten salgından dolayı bayramları bihakkın idrak edemez bir hâldeydik. Bir de üstüne acılar boca edilince bayramlar bayram olmaktan çıkıp gitti. Yürekler buruk, çocuklar mahzun, garipler ümitsiz ve çaresiz, ortalıklarda öylece kalakaldı…
Yeryüzünde masum bir kalbin burukluğu, kırıklığı ve hüznü bir mabedin, mescidin hüznünden asla geri değildir. Hattâ masum kalplerin burukluğu, kırıklığı ve hüznü berbaerinde mabetlerin hüznünü ve burukluğunu getirmiştir.
Ka’be, “beytullah”tır, Allah’ın evidir; mabetler, camiler, mescitler de öyle. Aynı şekilde kalpler de Allah’ın evidir. “Dil, beyt-i Huda’dır anı pak eyle sıvâdan/ Kasrına nüzûl eyler o sultân gecelerde” der İbrahim Hakkı. Niyazi Mısrî de “Yere göğe sığmayan bir mü'minin kalbindedir.” der hadisi kutsiyi ifade eden dizeleriyle. Zira hadis-i kutsi de buyrulmuştur ki “Ben yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” Yunus Emre de “Gönül Çalab‘ın tahtı/ Çalap gönüle baktı/ İki cihan bedbahtı/ Kim gönül yıkar ise”
Hak geldi mi?
Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de “De ki: “Hak geldi, batıl zail (yok) oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur.” (İsra, 81) buyurur. Hak, yeryüzüne indi, yeryüzünden batıl zail, yok olup gitti. Ama insanların zihinlerinde, akıllarında vicdanlarında hâlâ yaşamaya devam ediyor. Evet, Hak geldi ve İki Cihan Güneşi tarafından insanlara tebliğ edilerek bildirildi.
Bugün, iki milyara yaklaşan kitlesiyle Müslümanlar ayet-i kerimeleri okuyor. Ayetler dillerden zihinlere, dimağlara, gönüllere, vicdanlara henüz ulaşmadığı, söylemler türlü sebeplerden dolayı eyleme dönüşmediği için Hak dinin mensuplarınca bunlar özümsenmiş, tebellüğ edilmiş değildir!.. Öyle olmasaydı ayet-i kerime ve hadisi şeriflerde ifade buyurulduğu gibi “sağlam örülmüş bir duvar gibi kenetlenmiş saflar” yani “bünyan-ı marsus” hâlinde yahut "Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar."dı (Buharî, Edeb 27), en yakınındaki acıyı, haksızlığı, zulmü asla sınırlarla sınırlandırmazlardı.
Kanayan yaramız Kudüs ve Filistin
Filistin ve Kudüs, yılların kanayan yarası. Osmanlı’nın çekildiği topraklarda gözyaşlarının bir süre daha akmaya, huzursuzluğun Müslümanların hakkaniyetsizliği ve basiretsizliği sebebiyle bir süre daha devam edeceğe benzer.
Yıllardır Filistin için dökülen gözyaşları, yakılan ağıtlar söz konusu. Sonuç, yara tedavi edilemediği için kangrene dönüşmüş vaziyette. Neden mi? Elbette türlü nedenleri var. Ama veballerin en büyüğü zamanında, topraklarını zengin Yahudilere satan Müslüman ve Hristiyan Arapların!.. Buna bir de Siyonist baskılar, terör olayları sebebiyle yerini yurdunu terk eden Müslüman ve Hristiyan ahali eklenince Siyonizm bayram üstüne bayram yaptı. Müslüman ve Hıristiyan Araplardan alınan topraklarla Yahudi yerleşimciler çoğaldı, çoğaldı… derken yirminci yüzyılın ortalarında (1948) Orta Doğu’da, Filistin toprakları üzerinde cirmi küçük ama etkisi büyük bir devlet doğuverdi.
O gün bugündür Filistin halkının rahat ve huzur gördüğü yok. Kan, şiddet, gözyaşı, acılar üst üste. Ayrıca, adına “İslam ülkeleri” denen yapıların kurulan bu yeni devletle ticari ve ekonomik bağlarını keserek etkili bir ambargoyla ona karşı herhangi bir harekete girişememiş olmaları. İşi sadece salonlarda, mikrofonlarda, demeçlerde yağıp gürlemeler, parlamentolarında “kınama bildirileri” yayımlamakla sınırlı tutmaları. Bunlar, evet, hiç yoktan iyidir ama etkili olmak için yeterli değildir. Karşıdaki azgın ve ceberut yapı bütün bunları kanıksamış olduğundan şiddetini artırdıkça artırıyor. Meydanlarda İsrail’e türlü laf edenlerin, bağırıp çağıranların iş ekonomi ve ticarete geldiğinde en büyük bağlantılarını kesememiş olmaları mazlum Filistin halkının yaralarını daha kanatıyor, kangren hâline getiriyor. İşte Müslümanlar ve onların başındaki idarecileri, Hakk’ı gerçekten özümsemiş ve benimsemiş olsalardı, bütün Filistin topraklarını işgal etmeden rahat durmayacağı aşikâr olan bir devletle al gülüm ver gülüm politikaları yürütmezlerdi.
Doğu Türkistan ve Yemen
Filistin’e ağlayan göz ve acıyan yürek, onun haksızlığa uğradığını haykıran dil, konu Müslümanların bir başka kanayan yarası Doğu Türkistan olunca lâl kesilmez, Uygur kardeşlerimizin uğradığı haksızlıkları dile getiren seslere de baskı aracı olmazdı.
Filistin konusunda İsrail’e sayıp söven politik dil, iç savaş sebebiyle türlü ambargolara maruz bırakılmış, açlık ve sefaletin kol gezdiği Yemen konusunda suspus olmaz; açlık ve sefalet sebebiyle bir deri bir kemik kalan mazlum Yemen halkının bu çaresizliği haberlere, demeçlere konu olabilirdi. Böylelikle masum çocukların acılar içerisindeki çığlıklarına, feryat ve figanlarına, yoksulluk ve yoksunluklarına kulak tıkanmaz, onlar görmezden gelinmez; bütün bu olumsuzluklara karşı samıt ve sağır kesilmek söz konusu olmazdı.
Filistin için dökülen ferdi gözyaşları samimidir ama söylenen politik sözler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Filistin meselesi oy getirip savsaklamaya tabi tutuldukça, Doğu Türkistan’ın da Çin’den para geliyor diye yok sayılması devam ettiği müddetçe politik söz sahipleri ve yaklaşımları samimi olmaktan bütünüyle uzaktır.
Menfaat sadece para mı?
Dış politikadaki menfaati sadece para ve ekonomi olarak görmek gerçekte ve uzun vadede bir milletin ve devletin kendi varlığını ve değerlerini yok sayması, kendini tabiri caizse “sıfır”lamasıdır. Kendi hareket ve tavrıyla kendini imha etmesidir.
Sultan 2.Abdülhamid Han, Osmanlının bütün dış borçlarına karşı Filistin topraklarını isteyen, Dünya Siyonist Örgütü'nün kurucusu Theodor Herzl’e, Polonyalı asilzade Philip Michael Ritter von Newlinski aracılığıyla şöyle cevap verir: “Bir adımlık toprak bile satamam, zira bu topraklar bana değil, milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu savaşarak ve kanıyla sulayarak kazandı. Bizden ancak kanla koparılabilir...” Yerine göre paradan daha önemli duruşların yapılabileceğinin en bariz ispatıdır bu. Şimdi, her fırsatta onu anlatanlar, bunu yapabiliyorlar mı? Evet, yeri geldiğinde bütün para ve ekonomik tekliflere “Hayır” diyebilmeli ki orada gerçekten asil ve esaslı bir duruştan söz edebilelim.
Hakk, müminin kalbine, aklına girebilseydi politika ve politik tedbirler onun için öncelikli olmazdı. Myanmar’da, Afganistan’da, daha öncesinden Hindistan’da, Keşmir’de, Anadolu’da, Filipinler’de, Irak’ta, Kafkaslarda, Orta Asya’da, Afrika’da türlü türlü eziyetler, esaretler, mahrumiyetler, idamlar, sürgünler, işkenceler, gasplar, haksızlıklar asla yaşanmazdı.
Müslümanın kıyamı
On yıl kadar önce İspanya’nın başkenti Madrid’de ARCO Çağdaş Sanat Fuarında sergilenmek üzere İspanyol sanatçı Eugenio Merino “Cennete giden merdiven” adını verdiği heykel yapar. Heykel, üst üste ibadet eden Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi'den oluşmaktadır. Heykelde sanatsal gerçeklik olması için dinlere ait sembollerin yeri değiştirilir. Papazın elinde Tevrat, hahamın elinde Kur'an-ı Kerim ve secde eden Müslüman'ın alnını koyduğu yerin yanında da İncil vardır. Heykelin yanında ise makineli bir silahın namlusunun ucuna geçirilmiş Museviliğin sembollerinden olan yedi kollu şamdan. Heykel, üç dinin temsilcileri tarafından da eleştirilir. Sanatçı, birinin altta/üstte olması gibi bir kastının olmadığını, meselenin Allah’a ulaşma olduğunu göstermeyi amaçladığını belirtse de tartışmalar bitmez.
Heykel’e sanatçının amacından bağımsız olarak yorum getirmek gerekirse bir Müslüman gerçek anlamda Allah’a secde edebilseydi, Yüce Mevlâ’ya, topyekûn olarak edebilseydik, gerçekte ve gerçekten en üstün idik. Müslümanın ihsan şuuru çerçevesindeki secdesi gerçekte en büyük kıyamıdır. Çünkü Allah “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.” (Âl-i İmran, 139) buyurmuştu, O’nda yalan asla yoktu, daima doğru söyledi… Bugün dünya genelinde Müslüman’ın izzetinefsi, onuru kırılmış, ayaklar altına alınmışsa bu, biraz da Müslüman’ın inancında, inancını hayata geçirmesinde yaşadığı zafiyetin neticesidir.
Değerlerini çökerten Müslüman
Kur’anî anlamda Hakk, zihinlerde hâkim olsa üç günlük dünyanın üç kuruşluk menfaatinden hak ve pay sahibi olabilmek için Hakk’ın ayetlerini evirip çevirmez, kendini haklı çıkarmak için olmadık yorumlarla dinin yanlış anlaşılmasına ve Müslümanlar arasına “öldürmeden daha şiddetli olan fitne”ye sebep olmazdık. Böyle yapıldığı için selam, barış yurdu ve ülkesi olması gereken İslam âlemi her daim kan revan içindedir, huzur Müslüman’dan daima uzaktadır, uzaklardadır. Kendisi gibi düşünmeyenler için “vurun abalıya, vurun haine, teröriste” fetvaları dünyayı yaşanmaz hâle getirdiği için barış yurdunda barışın, adalet ülkesinde adaletin esamisi okunmaz olmuş.
Ey insan ve ey Müslüman! Hak, aklına, yüreğine gerçek anlamda girseydi, vicdanına tam olarak işleseydi tarlaların anında her yıl bir çizi bir çizi “an kakması” gibi bir cüreti işlemez, komşunun arazisine göz dikmezdin. Ahiretini küçük saban çizileriyle çizim çizim çizip ahiretini, ebedi hayatını berbat etmezdin.
Ticarette hile, alışverişte tartı ve fiyat uygulamalarında aldatıcı ve fırsatçı tavır ve hareketler yakın planda seni kazançlı çıkarabilir, iyi de kazanabilirsin, bu üç günlük dünyada geçerlidir. Ama bu, uzun vadede senin başkalarına muhtaç olmana ve kaybetmene sebeptir. Hacmi küçült, gramı azalt, fiyat aynı; bir süre sonra küçültülen hacim, düşürülen gramın fiyatını yükselt, zam üstüne zam yap!.. Böylelikle indir yıkıcı yumruğunu değerlerin üzerine; bam bam bam!.. Yok olan sensin ey Müslüman, senin değerlerin, itibarın, onur ve haysiyetin, bilesin!
Politik anlayışın ve dilin, dinin önüne geçmesin
Politikaya, siyasilere güvendiğin ve onların sözlerine değer verdiğin kadar olsun, Âlemlerin Rabbi Allah’ın ayetlerine, buyruklarına, İki Cihan Güneşi’nin hadis ve sünnetlerine değer verseydin, bugün içler acısı bir hâlde olmayacaktın!..
Bütün bu değerleri bir kenara attın, en yakınlarına, en iyi bildiğin komşularına olmadık sözler söyledin, türlü türlü iftiralar attın, haksızlıkları düşünmeksizin alkışladın, helal kazançlarına haramlar katarak onları murdar ettin. Haksız ve hukuksuz bir şekilde gasp edilen mallar ile helal kazançlarını, ahiretini berbat ettin. Hâl, tavır ve sözlerinle haksızlığa maruz kalmışların, yoksunluk ve yoksulluklarına karşı da duyarsız kaldın. Oysaki “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.”, “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir.” hadisi şeriflerini unuttun, unutturdu aklını saran o kör politik düşüncelerin… Hâl ve tavırlarını, ne yapıyorum, bu yaptıklarım, Hak dinim olan İslam’a ne kadar uygun diye asla sorgulamadın!.. Hak, gönlüne, aklına ve vicdanına gerçek anlamda girebilmiş olsaydı bu elim manzaralarla karşılaşmayacaktık!..
Bayram günlerindeyiz, onların da sonlarındayız. Ramazan çekip gitti, işte bayram da çekip gidiyor aramızdan. Vakit geçiyor, ömür sayfasından yapraklar bir bir uçuyor… An be an defterin kapanmasına yol alıyoruz. Anların ömrümüzü doldurduğundan haberimiz yok!.. Bir düşünelim bir yanımız kan revan, bir yanımız yokluk, soğuklar ülkesi ayaz mı ayaz! Kan revan içinde, ölümlerle iç içe hayatlar… Bayramlar bayram oldu mu şimdi?
Bayram edebildin mi?
Mescid-i Aksa kanayan yaramız, ama onu tedavi etmek yerine yer yer kanatacak pansuman tedbirlerle geçiştiriyoruz. Bu da Müslümanların ayıbı. Mescid-i Aksa saldırı altında iken, Gazze’de çocuklar şehit edilirken, dünyanın birçok yerinde masumlar zulüm altında inim inim inler, güneşe hasret kalırken, Doğu Türkistan’da Müslüman Uygur kardeşlerimiz soykırımlara tabi tutulup işkencelerden geçirilirken, mabetleri yıkılırken, içki âlemlerinin mekânı yapılırken, çocukları ailelerinden koparılıp “Çinlileştirilirken” sen/ben burada bu yapılanlara “eğitim” nazarıyla bakanları, bakanlarla bir olanları alkışlarken… Yemen’de çocuklara gıda ve rızık olması gereken paraların silahlara yatırılarak, türlü ambargolarla sivil yardımların gitmesi engellenirken, çocuklar açlıktan kırılıp geçirilirken, yokluktan dolayı hayatlara veda ederken…
“Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır” (S. Karakoç) diye sormadan edemedim. En yakınında masum insanlar, işinden, aşından, eşinden ve aşiyanından, ekmeğinden edilmiş, türlü hak ve hürriyetlerinden mahrum bırakılmışken ve sen bütün bu yapılanları canhıraş destekleyerek alkışlarken, yapılan haksızlık ve hukuksuzluklara çanak tutarken… Gençlerin gelecekleri, emekleri bir bir gasp edilirken … Bayramlar bayram oldu mu şimdi? Gönül rahatlığı ile bayramını yaptın mı? Bu soruya evet, diyebiliyorsan sen neyin bayramını yaptın? Bunun bütün Müslümanların bayramı olan Ramazan olmadığı kesin!
Rabbim inayetle insan eyleye
İşte Allah, onu da aramızdan alıp gitti. Kâinatta hiçbir olay yoktur ki hikmetle cereyan etmesin. En olumsuz gördüğümüz olaylarda bile türlü hikmetler vardır, anlayıp idrak edebilene!.. Evini, apartmanını, mahalleni, ülkeni, dünyanı ve dünyayı cennetlere çevirmek, “batıl”a son verip “hakk”ı yüreğine, aklına, ruhuna ve vicdanına hâkim kılmakla mümkündür. Hakk’a tabi olduktan sonra her şeye Hak nazarıyla bakıp “Haktan ayan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş” mertebesine yükselirsin! Yoksa bu hayat, zikzaklarla dolu, bir dediği diğerini tutmayan, günübirlik menfaatlerle dini “mış gibi” yaşayarak değerlerin altını oymakla, menfaat avcılarının sözleriyle son bularak, gerçek bayramlara erişmek çok, çok zor!
Camileri, mescitleri korumak önemli ama kalpleri, gönülleri kırmamak daha önemli. Kalpler kırılmazsa camileri, mescitleri korumak daha kolaydır.
Mevlâ, bizi hakkı hak bilip Hakk’a tabi olan, batılı batıl bilip batıldan uzak duran kullarından eyleye! Yine Hakk’tan merhametli bir inayetle “Mevlâ bizi insan eyleye!..”