|   | 
  • Ülkelerinin şimdilerde durumu nasıldır, bilmiyorum. 1980 yılında Mafia’nın gemilerinde beraber çalıştığım Şili’li arkadaşlar sefaleti oynuyorlardı. Yokluk, yoksulluk, Okyanus’u aşıp Avrupa’ya sürüklüyordu onları. Belçika’da hatırı sayılır bir Şili’li nüfus yaşamaktaydı. Bunların bir kısmı işsizdi; bir yandan iş arıyor, bir yandan da başta hırsızlık olmak üzere bazı karanlık işlere bulaşıyorlardı. Bir kısmı karada legal işler bulabilmiş, bir kısmı ise kaçakçılık yapan gemilerde çalışıyordu.  

    Çiko ve Santana bunlardan ikisiydi. Aynı gemide kader birliği yapıyorduk. İkisi de ufak tefek, son derece esmer gençlerdi. Müşkülpesent değil, pozitif insanlardı, bizimle samimiyet kurmakta zorlanmamışlardı. Kültürlerimiz epeyce farklı olsa da hepimiz sonuçta garip’tik, gariban’dık; Mafia’nın gemilerinde hiçbir güvencemiz olmaksızın turist pasaportuyla kaçak işçi olarak çalışıyorduk. Pek çok ortak yanımız vardı. Onlar, korsanlıkta benden tecrübeli idiler. Daha başka şirketlerde, daha farklı kaçakçılık işlerinde çalışmışlardı.  

    Bir gün, kıç güvertede otururken Santana bana: 

    -“Hoca, ben bundan önce başka bir şirketin Angola’ya sefer yapan gemilerinde çalışmıştım.” dedi. Ben bir müddet çalıştıktan sonra öğretmenliği bırakıp gemiciliğe başladığım için Türk arkadaşlar “Hoca” diye hitap ediyorlardı. Yabancılar da onları takliden öyle sesleniyorlardı bana. Sordum: 

    -“Angola’ya ne taşıyordunuz?” O da bu soruyu bekliyordu, yüzünden anlamıştım. Beklediği soru sorulunca da kasılmaya, poz yapmaya başladı. Cevabı alınca benim ne kadar şaşıracağımı peşinen biliyordu. Cevaplamadan önce biraz durdu, yutkundu, sanki biraz da beni küçümser bir tebessümle yüzüme baktı. Kısacık bir kelime çıktı ağzından: 

    -“Tank.” 

    Muradına ermişti. Gözlerim faltaşı gibi açılmış bir vaziyette: 

    -“Military tank!!?” dedim. Ciddîleşti, başını salladı ve o iş hakkında bildiklerini, yaşadıklarını anlatmaya başladı. 

    Angola, süper güçlerin manevra alanıydı o yıllarda. Bir yandan ABD, diğer yandan SSCB Angola’da at oynatıyorlardı. Çin o zamanlar süper güç olmuş değildi ama, Mao’nun rejimi, diğer ülkeleri, diğer halkları çok etkiliyordu. Belki Çin de o sahnede kendine göre bir rol kapmıştı, kim bilir. Bazı odaklar, Angola’ya gemilerle kaçak tank taşıyorlar, düşünebiliyor musunuz? Su tankı değil ha! Zavallı dünya, zavallı insanlık… 

    “Kaçakçılık”. Bu kelimenin enini boyunu ve derinliğini o kadar az biliyoruz ki… Oysa bütün dünyada, kazançların hatırı sayılır bir kısmı, “kaçakçılık” kelimesiyle ifade edilecek işlerden sağlanıyor. Çok çeşitleri var. Legal işlerin sahibi büyük patronların birçoğu aynı zamanda illegal işler, türlü kaçakçılıklar yapıyorlar. İllegal işlerin önünü açmak için de çeşit çeşit senaryolar hazırlıyor, operasyonlar yapıyorlar. İkiz kulelerin neden uçurulduğunu sanıyorsunuz? İleride bir yazımda buna temas edebilirim. Yine ileride bir yazımda, 1979 yılında Silivri’de kaçak PVC hammaddesi yükünü boşaltırken yakalanıp iki yıl boyunca Çubuklu rıhtımında zincire vurulan “ÇIKARAN 1” isimli gemiden ve o kaçak PVC maddesinin kime ait olduğundan söz edebilirim. Meşhur 12 Eylül öncesinde, 10 taneden az olmamak kaydıyla istediğiniz tür silahı getirebilirdim size. Siz de o silahları kardeş kanı akıtıp ülkemizi yıkmak için kullanabilirdiniz. 

    Çok şey bildiğimi iddia edemem elbette ama çok az şey bildiğimizi çoğunuzdan daha iyi bilen biriyim. Bir kısım komplo teorilerinin aslında gerçekleri yansıttığına inanıyorum ve bu arada bazı araştırmacıların, örneğin Banu Avar’ın tespitlerindeki doğruluk payının çok da az olmadığını düşünüyorum. Hasan Köni gibi bazı zevâtın ağızlarından çıkacak sözleri dikkatle takip etmeye çalışıyorum. 

    39 gündür denizdeydik. Biskay Körfezi’nde üç gün fırtınayla boğuştuktan sonra, kendimize gelmeye çalışıyorduk. Aslında fırtına dinmişti ama her şey bitmiş, rahata ermiş değildik. Fırtınadan arta kalan dev soluğanlarla hacıyatmaz gibi sallanıp duruyordu gemimiz. Yakıtımız epeyce azalmıştı. Kumanyamız da suyunu çekmek üzereydi. Karadan, yaklaşık 15 deniz mili açıktaydık ama ne fırtınada sığınmak için, ne de yakıt gibi, kumanya gibi, ihtiyacımız olan şeyleri temin etmek için herhangi bir limana yanaşabiliyorduk. Çünkü kaçakçı gemisiydi bizimki. Hiçbir resmî evrakı, hiçbir izni yoktu. Karaya 12 milden daha fazla yaklaşır, ulusal sulara girersek sahil güvenlik yakalayacak ve kodesin yolu görünecekti. Ama neyse, fırtına dinmişti ya gerisi nasıl olsa olurdu. 

    Vardiyacı arkadaş (İngiliz Bob) dümendeydi, ağır yol ilerliyor, volta atıyordu gemimiz. Biz, işi olmayanlar ise mürettebat salonunda akşam yemeğinin vaktinin gelmesini bekliyorduk. Ben ve Saffet isimli Türk arkadaş, gerçek bir Kızılderili olan Peru’lu Hugo ile bir köşedeydik. Başka bir köşede Şili’li Çiko, Santana, geminin makinisti Alman Peter ve şu an ismini hatırlayamadığım Maraş Elbistanlı diğer Türk, biraz İngilizce, İspanyolca, Almanca, Türkçe kelimelerle ama daha çok el kol işaretleriyle sohbet etmeye çalışıyorlardı. Kuzineden (Gemilerde aşçıbaşının -yemeğin pişirildiği- mekânına ‘kuzine’ adı verilir.) ne olduğunu anlayamadığım bir yemek kokusu geliyor, iyice boşalmış midem gurulduyordu. Öteden Çiko’nun bana seslendiğini duydum: 

    “-Hoca! Hoca!”  

    Başımı Çiko’nun bulunduğu yöne çevirip baktım. Diğer arkadaşlar da susmuşlardı. Çiko’nun sesi tekrar duyuldu: 

    “-Hoca, bu ne diyor yahu!”  

    Eliyle, ismini hatırlayamadığım Maraşlı arkadaşı işaret ediyordu. Maraşlı, Elbistan’ın bir köyündenmiş. Elinde hiçbir sanatı yok, kopmuş gelmiş köyünden, turist pasaportuyla bu işi bulmuş, çalışıyordu. Saffet de O da İngilizce bilmediklerinden çok sıkıntı çekiyorlar, işten atılma endişesi taşıyorlardı. Ben gemiye geldikten sonra, bildiğim kadarıyla, onlarla İngilizce çalışmaya başlamıştım ama henüz iyi bir gelişme sağlayamamıştık. Yukarıda belirtmiştim ya, Türkçesi de pek iyi değildi Maraşlının. Çok geniş omuzlu, müthiş kalın kolları, iri ve güçlü elleri olan biriydi. O’na doğru dönüp sordum: 

    “-Ne söylüyorsun?” “Bir daha söyle bakalım.” 

    Cevap vermek istemiyormuş gibi bir ifade vardı yüzünde. Ama gözlerinde, beklenmedik bir işi başaran bir çocuğun sinsi gülüşünü sezdim. Çiko, berikinin İngilizce anlamadığını bildiği halde İngilizce ısrar etti. Maraşlı bu ısrar üzerine açtı ağzını ve nağmesiyle bir şarkı söylemeye başladı. Söyledikleri İspanyolca idi. Aptallaştım. Bu sırada, Çiko aldı sazı, Maraşlının hem bestedeki hem güftedeki, yanlışlarını düzelterek parçayı söylemeye başladı. Santana da katıldı kendisine. Parçayı sonuna kadar söylediler. Benim şaşkınlığım had safhadaydı.  

    Şarkı (Ben öyle sanmıştım.) bitince, Çiko, kendisi de şaşkınlıktan kurtulamamış bir yüz ifadesiyle açıkladı. Bu parça, şarkı değil, Şili Komünist Partisi’nin marşıymış. Benim aklımda yalnızca şu kelimeler kaldı: “benselamo benselamo” Tabi böyle değildir, aklımda böyle kalmış. İsteyenler internetten doğru şeklini bulup dinleyebilirler.  

    Marşın nasıl olduğu, doğrusunun nasıl olduğu hiç önemli değil. Asıl önemli olan… 1977…1978 yıllarında, Kahraman Maraş’ta, Elbistan’ın bir dağ köyünde… Türkçeyi doğru dürüst konuşamayan köylü bir T.C. vatandaşı… O köyde mi öğrendi, Elbistan’da mı öğrendi bilmiyorum, Şili Komünist Partisi’nin marşını öğreniyor ve melodisiyle söyleyebiliyor. Şili nerede, biliyor musun arkadaşım! Kaç yıl önce? Ulaşım? İletişim? Telefon? İnternet? Televizyon? Bilgisayar?.. Ben donup kalıyorum. Şili vatandaşı Çiko ve Santana da şaşkın. Salondaki diğer arkadaşlar ise ne olup bittiğini anlamaya çalışmaktalar…  

    Siz ne olduğunu bütün açıklığı ve ürkütücülüğüyle anladınız tabi, yorum yapmam falan gerekmez değil mi? Aşağıdaki fotoğrafa da bakınız lütfen. 

    Ortadaki sakallı, bendeniz Serdar Hoca; size göre soldaki esmer, uzun saçlı ise Peru’lu Kızılderili Hugo’dur. Diğer yakışıklı, Türk Turan Kalfa arkadaştır. Çiko ve Santana’nın resimleri yok maalesef. 


     

    Bu da bir Türk kosterinde çekilmiştir. Müslim Reis ile güverte temizliği… Kıyafetlerim biraz küçük geliyordu, kusura bakılmaya…  

    “Git zelzeleli bir zeminden, fırtınalı bir denizden sor; elbette ‘Ya Celîl! Ya Celîl!’ dediklerini işiteceksin.” Bediüzzaman. 

    Efendim, kaçakçılık yapmak insanca yaşamın neresindedir sizce? Ve düşününüz bakalım, örneğin gayrimenkulünüzün değerini düşük beyan etmek gibi, azıcık da olsa, küçücük de olsa yaptığınız kaçakçılıklar söz konusu mudur? HORTUMCULUK, HIRSIZLIK, RÜŞVET, KAYIRMA VE KAÇAKÇILIK GİBİ İNSANCA YAŞAMIN AYIBI SAYILACAK TÜRLÜ PİSLİKLERDEN BİZİ KORUYAMAYAN EĞİTİM YAPIMIZA, İDARE BİÇİMİMİZE hayır. 

    Hayırist, esenlik dolu hayırlı günler diler.  

    R. Serdar Özmilli 

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.