Irmak, Türkçenin kadim günlerinden beri kullanageldiğimiz bir kelimedir. En eski kullanımıyla günümüz kullanımı arasında şekil bakımından birtakım farklılıklar söz konusudur. “Yırtmak, yarmak, kesmek, ayırmak” anlamlarındaki “yarmak, yırmak, yirmek”ten türemiş. Zamanla ses değişimine uğrayarak bugünkü “ırmak” biçimine dönüşmüş.
Ses ve anlam değeri açısından odaklandığımızda ırmak kelimesinin toprağı yararak bütünü ikiye böle böle gittiği anlamını içerdiğini görebiliriz. Bir ırmağın düz bir ovadan geçtiğini düşünün. Orada hemen iki yakanın oluşuverdiğini görürsünüz: Irmağın bu yakası, öbür yakası.
İnsan da öyle değil mi? Dünyaya geldiği günden beri yaşadığı hadiseleri yara yara bugünlere gelmiyor mu? Yaşadığı her hadiseden izler taşımıyor mu üzerinde? Hatıraları da geçmişten gelen o izler değil mi zaten? Ve ırmak değil mi dolana taşa akıp geçtiği coğrafyanın topraklarından numunelerle denizle kavuşma noktasında delta ovaları kuran? Delta ovaları ki ırmakların hatıralarıdır.
Gönül insanı Mevlâna, “Irmak gibidir insan, sadece üstü bilinir; derinliklerinde ne saklar, ne fırtınalar kopar söylemez, sadece sessizce akar ve gider…” der. Irmakların bilhassa sessiz ve derin olarak akan yerleri böyledir. Bazı insanlar da böyledir; onlara ketum ve merdümgiriz denir. Onların ağzı sıkıdır, çok konuşmaz, kendinden bahsetmeyi bahsedilmeyi pek sevmez. Hatta toplum içine karışmaz, insanlarla bir arada bulunmaktan hiç hoşlanmaz, toplumdan ve topluluklardan sürekli kaçarlar. Toplumsal yönü olan normal bir insanın iç dünyasına nüfuz etmek, iç dünyasını bilmek bile çok kolay değilken böyle insanların iç dünyalarında neleri barındırdığını bilip ortaya koyabilmek ne mümkün!
İnsan ırmağa ne kadar etki edebilir, bu tartışılabilir bir durum. Ama ırmağın insanı etkilemesi bir hayli fazladır. Irmak, akışıyla insanı başından alır. İnsan, bakışını ırmağın coşkun taşkın akışına odaklarsa zamanla dengesini kaybeder ve o ırmağa düşerek akıntıya kapılıp gider. Bunu insan hayatına uyarladığımızda durum şöyle olur: Bakışlarını ırmağın sadece akışına odaklayanlar an gelir, o ırmakla birlikte bilinçsizce akar gider. Artık o, rüzgârın önünde bir hazan yaprağı, sel üstünde bir saman çöpü gibidir. O bakışta bilinci, o akışta bedeni güçten kuvvetten olduğu için muktedirlerin algısı dışına çıkamaz. O demde zaman ırmaklaşır, ırmaklar zamanla zihinlerde farklı özellikleriyle kalır.
Pasaport sorulamayanlar
Bir ırmak, en az, bir insan kadar dünyalıdır, öyle değil mi? Nazan Bekiroğlu, Yol Hali adlı denemelerini muhtevi eserinde ırmağa bir yurt arar. Onun esas olarak nereli olduğunu, nereye ait bulunduğunu sorar. Sonunda ona sınır konulamayacağı kanaatine varır ve onun bir bakıma “bu dünyalı” olarak nitelenebileceğini belirtir: "Bir ırmak nerelidir? Doğduğu yerli mi? Yoksa onun bütün gayesi denize kavuşmaksa, denize döküldüğü yerli mi? Bu anlamsız soru içimde ne kadar büyürse büyüsün neticede her ırmak ancak bu yer’lidir. Bazen sınırın bizatihi kendisi olsa da sınır dinlemez o." (Yol Hâli, 124)
Bazı varlıklar vardır ki onlar sınırlandırılamaz; ırmak, deniz, rüzgâr, bulut, güneş, vb. gibi; sınırlandırılamadığı için de onlara pasaport sorulamaz. Birçok ülkede, sınırları belirleyen, “bizatihi sınırın kendisi” olan ırmaktır, ama ona sınır belirleyen yoktur, olamaz da!..
Irmaklar gibi, düşüncelere de sınır koymak mümkün değildir. Bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya geçişi zaman alabilir ama uzun müddet engellenemez. Fıtratına uygun düşünceler için insanlar kimlik sormaz, onu hemen alır. Çünkü düşünce kendi anlayış ve ruh yapısına uygundur, düşünce uyuşmazlığı yaşanmayacağı için hemen kabul görür.
İnsan ruhu, tavrı, edası, davranışı itibariyle ırmağa benzer. Daha doğrusu insan, yaşadığı coğrafyadaki ırmağa benzer. Nasıl ki ırmak, geçtiği yerlerin havasından, toprağından, coğrafi yapısından, bitki örtüsünden izler taşır, yer yer biçim alışlarından, o yapılardan etkilenir. İnsan da yaşadığı coğrafyanın havasından, suyundan, sıcağından soğuğundan; iklim şartlarından, bitki örtüsünden etkilenir: Bütün bunlar onun fıtratına, ruhuna işler. Dolayısıyla her coğrafya ve her iklim, kendi özelliklerine uygun bir insan tipi meydana getirir.
Irmaklar olmasaydı
Irmaklar olmasaydı ne olurdu? Hayat yine bugünkü gibi mi olurdu, yoksa durma noktasında mı seyrederdi? Kanaatimce ikincisi olurdu. Çünkü ırmak demek, tatlı yani içilebilir su demek. İçilebilir suların ana arterleridir ırmaklar bütün insanların faydalandığı. Irmak suyuyla hayat verir, deniz ise suyunun acı olması hasebiyle hayatları kurutur, canları acıtır ve öldürür. İnsanlığa yararlı bireyler de böyledir; onlar olmasaydı dünya bütün bütün yaşanmaz bir hâl alırdı. İyilik nedir bilmeyen zalim, gaddar ve nobranların sürekli hüküm sürdüğü bir dünyada hayat çekilebilir bir hâl midir Allah aşkına? İnsan, insana susuzluk çeker; insanlar içinde insan arar durur mütemadiyen.
Irmaklar vardır sığ, suyu az, akışkanlığı yavaş; derinlikleri yoktur onların. Irmaklar vardır coşkun, alabildiğine derin ve gür. Yer yer öyle derindir ki onun akıp akmadığına bir türlü karar veremezsiniz. Ama o akışkanlıkta saniyede tonlarca sular geçip gider belki de. O ırmaklarda geçirir günlerini nice canlar, alabildiğine özgür ve alabildiğine heyecanlı bir ömür. İnsanlar da öyle değil mi? Kimisi sığ ve kimisi derin mi derin… Ama ırmak da insan da her zaman aynı özellikte değildir; yer yer sığ ve yüzeysel, yer yer derin ve gizemli…
‘İnsandan insana fark var’
İnsan vardır, öylesine sıradan, insanlardan bir insan yani. İnsan vardır öylesine sığ ve öylesine anlayışı kıt, bakışı bön ve yavan. Düşünmeden kapılıp gider gittiğine yararlı mı yoksa zararlı mı diye düşünmeden inan. Ne yaparsın onu da öyle yaratmış Ulu Yaradan! Ve insan da vardır ki anlayışı, ufku, gönlü geniş; bakışları derin, yüzü ve gözleri sevecen, kalbi sevgi dolu, sözleri yaz sıcaklarında serin ve ışıklar ulaşmayan ummanlar kadar derin. Şu hayatta türlü vasıflara sahip böyle insanları tanıma fırsatım oldu; kimisiyle çok iyi anlaşamadık belki ama tanıdık birbirimizi. Kimisiyle de iyi anlaştık, öyle olduğuna inanıyorum. Çünkü duygu, düşünce ve anlama, kavrama biçimlerimiz uyuşuyordu onlarla.
Irmaklar vardır sessiz ve durgun akan, yer yer de çağıldayan, akış gücüyle nice değirmen taşlarını döndüren. Sessiz sesiz aktığında hâlini, ahvalini hiç kimselere açmayan, anlatmayan. Irmaklar bilirim kıvrım kıvrım, mukaddes bir davanın ağırlığı ile yüreği sancılanan hakikatli insanlar gibi, tabiatın tabiatına uyarak yol alan. Irmaklar bilirim gümrah, baharın boz bulanık kar sularıyla taşkınca coşan, yıllar yılı uğraşıp didindiği hedefine erişen yeni gençler gibi şen!.. Ve ırmaklar bilirim şelaleleriyle çevresini kılmış gülşen!..
İnsan da öyle değil mi? Üstat Sezai Karakoç, “İnsandan insana şükür ki var var!” der; bir şaire bunu söyleten nedir? İnsanın insana ettiği mi yoksa insanın insana yettiği mi? Evet, insan var insanı hayatından bezdiren, canından eden. İnsan var canlara can katan, o canın varlığı insana artarcasına yeten.
Evet, onun için insana bütün kötülükleri eden de vardır birçok iyilikleriyle insana yeten de!.. Ve bir başka güzel bir şairin, merhum Erdem Bayazıt’ın çağıldayan kalbi, “Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair”de insan için şöyle atar: “Kadınlar bilirim ülkeme ait/ Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak/ Göğüsleri Çukurova gibi mümbit/ Dağ gibi otururlar evlerinde/ Limanlar gemileri nasıl beklerse/ Öyle bekler erkeklerini/ Yaslandın mi çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi.” Şair bu şiirinde gencinden yaşlısına, vatan coğrafyamızdaki insanımıza ait hususiyetleri bütün içtenliği ve gerçekliğiyle vasfeder.
Irmağın, insanın hedefi
Bütün ırmaklar gibi insanlar da akar, dolana uzana; kâh yükseklerden çağlar gümrah ve heybetli kâh süzülür gider düz ovalardan zemini eşitleye eşitleye. Irmakların nihayetindeki hedefi ummana karışmaktır, insanınki ise Hakk’a ulaşmak, Hakk’ın rızasına talip olmak ve ona erişmek; biricik hedefi budur insanın. O, kâmil insan olma yolunda yapılması gerekenleri yapmaya çalışır, nihayetinde -inşallah- Hakk’a ulaşır.
Irmaklar vardır canlara can katan, ırmaklar vardır canlardan canlar alan. Meriç gibi, özgürlüğe kanatlananları ebedîyete uçuran, Kızılırmak gibi, allı pullu gelinleri hayatlarının baharlarında ebedî âleme yolcu eden, üç yüz atlıyı sularına çeken, kalanlarını perme perişan eden. Ve dünya ahiret refikası olacak sevdiğini beklerken yüreği acı haberle savrulan/ yanan damada: “Kızılırmak parça parça olaydın/Her bir parçan bir yerlerde kalaydın/Sen de benim gibi yârsız kalaydın// Nettin Kızılırmak allı gelini/Gelini gelini benim yârimi” dedirten ırmaklar…
Bir de ırmaklar bilirim, insanın ruhuna benzer bir ruh taşıdığına inanılan Çin topraklarında boz bulanık sularıyla akıp dolanan “Sarı Nehir” gibi.. Ah kim bilir, belki de nice canların, Uygur kardeşlerimizin kaybolduğu, sararıp solduğu, yurtlarından/özgürlüklerinden edildiği o topraklardaki mazlumların dünyaya sesi olabilmek için öyle akıyordur! Düşünebilse insan, akar mıydı bunca kan, var olur muydu bunca eziyet, sürer miydi bu zalim ve meşum devran?
Saçlarındaki yıldız damlası
Bütün ırmakların suyu tatlıdır, içilir. Ama bütün insanların söz ve davranışları tatlı mıdır ya? Kimi tatlıdır kimi acı; kiminin sözü başa, gönle dert olur kimi dertlere deva bir hazık hekim ilacı!..
Coşkun taşkın akarken ırmaklar, köpük köpüktür, bünyesindeki enerji nice şehirler aydınlatır, nice değirmenlerin devasa çarklarını döndürür. İnsansa öyle mi ya, insanın güçten kuvvetten düştüğünde, takati kesildiğinde ırmakların o ak köpüklerine benzer başlarındaki saçları. Şair Nevzat Çelik’e Şafak Türküsü’nde “Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne, ağlama” dediren yıldızlar demeti gibi. Irmakların düdeni, şelalesi, çavlanıdır insanın saçları…
İnsan, imtihan dünyasında ırmaklar gibi dolana dolana akıp gider. Irmaklar, yer yer yılanlar gibi kıvrım kıvrım menderes ovaları meydana getirir. Sanki imtihanlar birbirine karışmıştır; insan mı ırmakların dünyasında imtihandadır, yoksa insanların dünyasında akıp giden ırmaklar mı? Seçilememektedir bu. Öyle insanlar vardır ki ırmaklar gibi iki büklüm olmuştur hayat ovasında, üzerine üzerine gelen yüklerin altında inim inim inlemekten.
Kader kardeşliği
Öyle ki ırmaklarla insan aynı kaderde buluşmakta, imtihanın en ağırlarından geçmektedir. Bundan dolayıdır ki “şairler sultanı”na, Necip Fazıl’a “Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!/ Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?” dedirten bir imtihan! Cılıngız, narin, nahif, güzel sesi ve üzerindeki güzellik libası kendine ayrı bir imtihan olan bir kuş olan kanarya, nasıl olur da binbir başlı kartalı taşımak zorunda kalır? Hem bunun başarılması mümkün mü? Dünyanın birçok coğrafyasında bugün, nice kanaryalar binbir başlı dev kartalların, leş kargalarının eziyeti, işkencesi altında inim inim inlemekte, can çekişmektedir.
Akarsu pislik tutmaz derler ya tutmamış gerecekten alıp götürüp bırakırmış onları. Gökhan Yorgancıgil “Irmak” başlıklı yazısında bu hususu “Evimin önünde akan bir ırmak var. Çok kirli. Belli ki geçtiği yerde ne varsa toplamış getirmiş. Bütün o öteberi ve çer çöpün büyük bir kısmı evimin önünden akıp geçiyor. Bir kısmı ise gözümün önünde duruyor, evimin önünü kirletiyor.” diyerek ortaya koyar. Bu cümleler, beni, insanın zihnine, hafızasına götürdü. İnsan olarak bu dünyaya geldiğimiz günden beri zihnimize, belleğimize neler atmıyoruz ki? Kayıt üstüne kayıt yapılıyor zihnimizin en mutena köşelerinde. Sonra arkalardan arkalara itilen o bilgi ve izler, benzer durumlarla karşılaşılınca hemen öne çekiliyor ve hatırlama dediğimiz hadise gerçekleşiyor.
Coğrafyalar ırmaksız düşünülemez
Bazı coğrafyaları ırmaksız düşünmezsiniz. Çünkü, kadim zamandan beri o coğrafyada hükmünü icra etmiş, oralarla bütünleşmiştir o ırmaklar. O coğrafyaya ve oranın insanına türlü özellikler kazandırmış, milyonlarcasının hayatında derin izler bırakmıştır. Mısır’ı Nilsiz düşünebilir misiniz ya da Mezopotamya’yı Fıratsız, Diclesiz? Bazı insanlar da öyledir; peygamberler, liderler, kanaat önderleri, krallar, padişahlar her bireri kendi çağına ve toprağına, coğrafyasına damgasını vurmuş, birçok insanın hayatını şekillendirmişlerdir.
İki büklüm yolcu
İnsan bir yolcudur şu dünya hayatında, ırmak da. İnsan hayatı boyunca bebeklikten ihtiyarlığın son kertesine, ruhunu Rahman’a teslim eyleyeceği süreyi de dahil ederek görürüz ki kıvrıla kıvrıla devam eder bu yolculuk, tıpkı ırmağın menderesler oluşturarak ovaları, dağları aşarak denizlere, ummanlara karışması gibi. Her ırmak illaki bir denize dökülür, bütün canlılar gibi her insan da bu dünyada kalmaz, ölür, bedeni toprağa gömülür, ruhu uçup gider göklere…
Öldükten sonra dirileceğiz. Her biri apayrı ırmak olan insan, Arasat meydanında/denizinde bir araya geleceğiz. Bir ırmak nasıl geçtiği yerlerden ummana türlü malzeme taşımışsa bir ırmak olarak biz de amel defterimizle oradaki o Büyük Mahkeme’ye taşıyacağız neye şahit olup neleri yaptıysak. Ve bizim ebedi hayatımızın çerçevesi o taşıdıklarımızla çizilecek.
Kırgın ırmaklar
Son olarak Yatağına Kırgın Irmaklar diyeceğim. Ahmet Turan Alkan’ın deneme yazılarını içeren güzel bir eserini yani. Eser için “Galiba hilkat, onların kumaşını bayrakların kumaşı ile birlikte dokumuş, hamurlarını Allah'a adanan kınalı kurbanlık koçların hamuru ile yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve diğerkâmlığın imbiğinden geçirmişti; onun için maznun iken de, mahpus iken de mağdur iken de hep güzel kaldılar: Edebiyatın, sanatın, estetiğin güzelliğinden söz etmiyorum; hani kıraç bozkırlarda ardını çok ama çok uzaklarda sislenmiş mor dağlara verip de Allah'dan gayrı kimseden nimet beklemeden kendi cürmünce yeşilin saltanatına itaat eden tek top ağaçların güzelliği vardır ya; İşte öyle bir güzelliktir bu.” denmiş. İlk baskısı 1997 yılına ait olan bu deneme yazıları gerçekten de okunmaya değer.
Rabbim akıbetimizi hayr eylesin. Geleceğe iyi ve güzel şeyler taşımayı nasip eylesin.