İnsanoğlu topraktan yaratılmıştır. Kadim zamandan beri bilinen bir bilgidir bu. Bunun yine aslı bir toprak olan benim tarafımdan bugün dile getirilmiş olması onun yeni bir bilgi olduğunu göstermez. Sadece, bilinen bilginin tekrar bildirilmesidir bu.
İnsanın toprakla ilişkisi elbette sadece yaratılmasıyla ilgili değil. İnsanın hayatını devam ettirebilmesi, sürdürebilmesi için de toprağa ihtiyacı vardır. Dahası, hayatın varlığının asgari şartlarından olan “anasırıerbaa” denilen dört unsurdan biridir toprak. Diğerleri ise su, hava ve ateştir. Toprak, bu dört unsurun âdeta taşıyıcısıdır.
Yerkürenin % 71’nin su olduğu gerçeği de karşımızda duruyor. Ama yeryüzü dediğimizde aklımızda, zihnimizde daima bir toprak parçası beliriyor. İnsan bütün savaşlarını bir bakıma “bir avuç toprak” için veriyor. Şiire, edebiyata insanın toprak ile ilişkisi bir avuç toprak ile ifade ediliyor. İşte Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden bir dize: “Bir avuç toprağa minnet mi eyledin?” Bu dize, Kâinatı Yaratan Allah’ın Miraç’ta huzuruna aldığı, İki Cihan Güneşi Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem) yalvarışlarına karşı sorduğu bir sorudur.
Sadık bir yâr: toprak
Yirminci yüzyıl ozanlarımızdan dünyayı gönül gözü ile temaşa eden Âşık Veysel, toprakla ilişkimizi Kara Toprak şiirinde en güzel şekilde ortaya koyar. Vefanın, sadakatin, bereketin, hakkaniyetin, emeğin karşılığının hasılı aslında insanda olması gereken birçok güzel hasletlerin toprakta olduğunu söyler. Şu iki dörtlük o şiirden:
“Dost dost diye nicesine sarıldım/Benim sâdık yârim kara topraktır/Beyhude dolandım boşa yoruldum/Benim sâdık yârim kara topraktır//Nice güzellere bağlandım kaldım/Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum/Her türlü isteğim topraktan aldım/Benim sâdık yârim kara topraktır.”
Canlı bir varlığa benzettiği toprağın karnını bel ve kazmayla yardığımızı; el ve tırnaklarla yüzünü yırttığımızı ama bizim bu davranışlarımıza onun gül ile karşıladığını belirttiği şu dizeleri de ne harikadır, öyle değil mi? “Karnın yardım kazmayınanbelinen/Yüzün yırttım tırnağınanelinen/Yine beni karşıladı gülünen/Benim sâdık yârim kara topraktır.”
Âşık Veysel, toprağın kusurlarımızı gizlediğini, yaralarımızı iyileştiren şifa vesilelerini verdiğini, gelmemiz için şefkatli kucağını daima açtığını söyledikten sonra asıl sözü söylüyor: “Her kim ki olursa bu sırra mazhar/Dünyaya bırakır ölmez bir eser/Gün gelir Veysel'i bağrına basar/Benim sâdık yârim kara topraktır.”
O sırra Karaca mazhar olur
İnsan, mesaisini neye yoğunlaştırırsa zamanla onunla anılır olur. Hayrettin Karaca ismi de böyledir, Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara da böyledir. Biri toprakla diğeri de toprak hareketleriyle, yani depremle anıldı daima ve öyle de anılmaya devam edecektir.
Hayrettin Karaca ismini doksanlı yıllarda daha çok duymaya başladık. Çünkü onun bir derdi davası vardı bu topraklar, bu toplum ve bu ülke için. Onun derdi ağaç ve topraktı; ağaçlarımızdı, toprağımızdı. Erozyonla esaslı bir mücadele işine girmişti Karaca. Erozyonla mücadelenin yolunun toprağı ağaçlandırmaktan geçtiği gerçeğinden hareketle bu işe girmişti. Gerçekte bu işin uzmanı mıydı, neden bu işe vermişti kendisini?
Geçen günlerde (20 Ocak 2020) aramızdan ayrılarak ebedî âleme göçen Hayrettin Karaca’yı, nam-ı diğer “toprak dede”yi biraz tanıyalım isterseniz. Hakkında yazılanlara baktığımızda karşımıza şu bilgiler geliyor:
“4 Nisan 1922 günü Bandırma’da dünyaya geldi, 20 Ocak 2020 günü İstanbul’da vefat etti. Türk sanayici ve çevre aktivisti. Babası Hocazade Halil Efendi de annesi Zehra Hanım da Kırım muhacirlerinden. Liseyi bitirdikten sonra ailesinin triko-örme işinin başına geçip onu ülkenin en başarılı sanayi kuruluşlarından biri hâline getirdi. Karaca firması Türkiye'de ihracatın liderliğini yapmış, üstelik bunu diğer kuruluşlardan neredeyse 20 yıl önce gerçekleştirmiştir.”
Önemli bir sanayici ama sanayici olmak istemeyen ama ailesine karşı da gelmesi söz konusu olmayan, daha çok edebiyat ve doğayla uğraşmak isteyen Karaca, bu yöndeki düşüncelerini şöyle açıklayacaktır: “Ben sanayici olmak istemiyordum. İstediğim edebiyatla ilgilenip kalan zamanımı doğayla iç içe geçirmekti. Fakat o günlerde babamıza karşı çıkmak söz konusu değildi.”
Karaca, belli bir yaştan sonra, ellili yaşlarında, doğayla ilgilenme düşüncesini ve idealiniTürkiye'nin ilk özel “arboretum”unuyani ağaç parkını 1980 yılında kurarak gerçekleştirir. Bunun için, yurtiçi ve yurtdışında gittiği, gezdiği her yerde tohumlar toplar, botanik bahçelerini gezer, bağlantılar kurar. Yalova-Termal karayolu üzerinde, il merkezine 5 km mesafede Samanlı Köyü içerisinde bulunanKaraca Arboretumu, adını o kadar duyurmuştur ki bugün dünyanın her yerindeki botanikçiler tarafından bilinmektedir. Peyzaj ağırlıklı, koleksiyon bir arboretum karakterinde olup, 135.000 m2'lik bir alanda tesis edilmiş;içerisinde kaya bahçeleri, bitki bahçeleri, iris bahçeleri, gül bahçeleri, minyatür bitkiler, vb. örnekler yer almaktadır. Türkiye'nin endemik bitki örnekleri mevcuttur. Arboretum içerisinde tahminen 5 bin odunsu, bir o kadar da otsu rizomlu ve soğanlı bitki mevcuttur.14.000 türü barındıran bu arboretum aynı zamanda ülkenin tehlikedeki türleri için bir gen koruma merkezidir.
Hayrettin Karaca ismini Türkiye asılTürkiye Erozyonla Mücadele Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı’nın(TEMA) kurucusu olmasıyla duydu.Vakıf, 11 Eylül 1992 tarihinde Hayrettin Karaca ve A. Nihat Gökyiğit tarafından, Türkiye'nin geleceğini tehdit eden erozyon, çölleşme tehlikesine karşı toplumsal duyarlılığı arttırmak ve bu mücadelenin devlet politikası hâline gelmesini sağlamak için kuruldu.
Vakfın kurulmasından sonra hayrettin Karaca, “Türkiye çöl olmasın!” sloganı ile her yerde, her vesile ile etkinliklerde yer aldı. Kurduğu ağaç parkı ile dünyanın oksijen üretimini artırmaya çalışan Karaca, bu sefer de o ağaçların, bitkilerin yaşamasına zemin teşkil eden toprağın elimizden kayıp gitmesine engel olmak için hayatını adadı. Konferanslar, toplantılar, televizyonlara konuk olmalar, gazetelere demeç vermeler, vb. her vesileyi bu doğal derdi, her yıl, Kıbrıs büyüklüğünde toprağın erozyon sebebiyle kayıp gittiğini anlatmak için bir imkân olarak gördü ve anlattı. Bugün değil, Türkiye dünyanın onu “toprak dede” olarak tanıdığı bir insan olarak ahirete göç etti. Allah, rahmet eylesin!
Onun toprağı koruma, bitkilerin hayatını ve türlerini devam ettirme çabalarının İki Cihan Güneşi’nin (sallallahu aleyhi vesellem) “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile, bugün elinizdeki fidanı dikin.” veya “Bir Müslüman ağaç diker de bunun meyvesinden insan, ehlî hayvan veya vahşî hayvan veya kuş yiyecek olsa, yenen şey onun için bir sadaka hükmüne geçer. Her kim ne eksiltirse bu kendisi için (kıyamete kadar) sadaka olur.” kutlu beyanlarında ifade edilenlerle anılacağı, onun hayrından istifade edeceği kanaatindeyim. Allah, hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmaz.
Bitkiler ve ağaçlar nasıl toprağımızı koruyorsa iyilikler, güzellikler ve güzel insanlar da insanlığımızın erozyona uğramasına karşı bir set oluyor, insanlığımızı koruyorlar. Güzel insanlar her zaman olduğu gibi güzel atlara binip gidiyorlar.
Güzel insanlar, bu fani âlemi terk edip sonsuz hayat için son yolculuklarına çıksalar da burada bıraktıkları “hoş sada” yankılanmaya devam edecektir. O “sada”yı, ahirette de duymaya devam edeceğiz. Âşık Veysel’in yukarıdaki şiirinde belirttiği “sırra mazhar” olarak bu dünyada “ölmez eserler” bırakan Hayrettin Karaca gibi “güzel insanlar”aAllah rahmet eylesin, mekânları cennet olsun!
Not: Cuma akşamı meydana gelen Elazığ Depremi’nde hayatını kaybeden kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar dilerim. Bütün Türkiye’ye geçmiş olsun!