Sevgili dostlarım, dünyanın neresine gidersek gidelim dilleri, dinleri, ırkları ayrı olsa da insanların yürekleri hep sevgi için çarpar. Tüm kalpler sonsuz mutluluğa sahip olmaya ve gerçeği öğrenmeye taliptir. Hani güzel bir söz vardır, bilirsiniz; “Bütün anaların gözleri ne renk olursa olsun gözyaşları aynı renktir; tüm bebekler aynı dilde ağlar ve gülerler!”
Son günlerde, ülkemizde hayatlarının baharında iki gencimizin, Enes’in ve Bahadır’ın daha genç yaşta intihar edip hayatlarına son vermelerinin acısını yaşıyoruz ve hep birlikte üzülüyoruz. Toplum olarak ve aileler olarak bu yavrularımıza gereken görev yapıldı mı diye tartışırken ünlü bir sanatçımızın “Âdem ve Havva”yı cahil olarak nitelemesini fazla büyütmemek gerek! Üstelik tartışmaya konu olan şarkının yer aldığı albüm 2017 yılında piyasaya çıkmış. Yani beş yıldız piyasada var olan şarkının sözlerinin beş yıl sonra tartışmaya açılmış olması, doğrusu, tartışmaya katılanlarda samimi olanlar şüphesiz vardır, ancak başlatanlarda o samimiyetin var olduğu konusunda şüphelerim var!.. Çünkü tartışma oluşturacak başka o kadar şarkı sözü var ki!..
Hepimiz, yaptıkları hata sebebiyle Cennetten çıkarılan insanlığın ilk babası ve annesi olan Âdem (as) ile Havva’nın çocuklarıyız. Yıllardır “Kaderin böylesine ve kula kulluk edene yazıklar!” olsun diyen Orhan Gencebay’a eşlik edip alkışlarken; Âdem ile Havva’nın hatasını “cahillik-bilmemek” olarak niteleyen Sezen Aksu’nun sözlerini bir düşmanlığa dönüştürmemek gerekir diyorum. Bazen sanatçılarımız dertlerimize kısa ve özlü şarkı sözleri ile, şiirleriyle, resim ve karikatürleri ile vurgu yapabilirler. Bu meseleyi, tartışmayı bir de “Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse hakikate dönüşür.” (Said Nursi) bağlamıyla düşünmek gerek.
Selda Bağcan’nın yıllardır severek dinlediğimiz ve birlikte söylediğimizşu sözleri; “…Yuh yuh, yuh yuh soyanlara / Soyup kaçıp doyanlara / İnsana kıyanlara / Yuh nefsine uyanlara, yuh”,
Orhan Gencebay’ın sözleri “…Yazıklar olsun, yazıklar olsun/ Kaderin böylesine, yazıklar olsun, / Her şey karanlık, nerde insanlık, / Kula kulluk edene yazıklar olsun.”
Fatih Kısaparmak’ın şu parçası “Utanmadan haram lokma yutanlar / Şerefini üç kuruşa satanlar / Duymasa da Mısır’daki sultanlar / Haram saltanatı yıkılır elbet / Hortum saltanatı yıkılır elbet /
Talan saltanatı yıkılır elbet / Duymasa da Ankara’da sultanlar / Haram saltanatı yıkılır elbet / Yalan saltanatı yıkılır elbet!”
Yukarıdaki şarkı sözleri bizi bölmemişti; şimdiye dek sevinçlerimizi, dertlerimizi beraber bölüşüp söyledik, beraber coştuk ve bazen de beraber ağladık. “10. Yıl Marşı” da bizim “Mehter Marşı” da! “Dombra” da, “Gençlik Marşı” da bizim, “Karadeniz Türküsü” de bizim. Nazım da bizim Necip Fazıl da bizim. Hacı Bektaş-ı Veli de bizim, Yunus da. Çünkü bizler “ben, sen, o” değiliz, “biziz.” ve “biz-birlik” olmaya talibiz.
Hani biliriz; bozkırdaki tek başına kalmış bir ağaca ve çöldeki bir toprağa yapışık küçücük bodur bir dikene, yağmur damlası pek düşmez ya! Hani sık ve gür ormanlardaki upuzun ağaçların üstünde ise rahmet ve yağmur hiç eksik olmaz ya… İşte bizler, birlik olursak her türlü zorluklara, dertlere karşı aşılmazları aşarız, çözülmez dertleri birlikte çözeriz. Birlikte rahmet ayrılıkta azap vardır. Sevgili Peygamberimiz (asm), “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır.” şeklindeki sözleri ile bize asırlar öncesinden uyarı yapıyor. Âdeta, “Ayrılmayın, safları sıkı tutun, el ele, gönül gönüle olun.” diyor. Aynı şekilde, “Hepimiz birimiz için birimiz hepimiz için.” olursak dünyamızı da öbür dünyamızı da cennete çeviririz. “Yönetimde görevli olanlar ve yönetime talip olanlar lütfen ayrıştırıcı bir dil kullanmayın; biz bu ülkemizi ve dünyamızı atalarımızdan miras değil, gelecek nesillerimizden ödünç aldık; onlara müreffeh ve barış dolu sevgi bir dolu bir ülke ve dünya bırakmak zorunluluğumuz ve görevimiz var.” Sanatçılar, sporcular ve bilim adamları ayrıştırıcı bir dil ve tarz uygulamayın. Sanat da, spor ve bilim de birlik ve beraberlik için kuvvetli bir harç ve yapı olabilir.
***
FATİMA’DA SAMİMİ DUALAR VE ŞÜKÜR YÜRÜYÜŞÜ!
Kıymetli dostlarım, Fatima’da ilk izlenimlerimizi ve “Fatima’nın Üç Sırrı” konusunu geçtiğimiz hafta sizlere anlatmıştım. Bu hafta Fatima’da neler gördüm ve yaşadım, onlardan bahsedeceğim. Portekiz’in meşhur üç F’si vardır; bunlarFatima, Futbol ve Fado’dur (Portekiz halk müziği). Her ayın 13’ünde Katolik Hıristiyanlar burayı yani Fatima’yı ziyaret ederler. İkisi kardeş diğeri kuzen olan üç çocuk altı defa (İlk defa 2016’da ve en son 13 Ekim 1917’de) burada Meryem Ana’yı temsil eden “Meleği” gördüklerini söylemişlerdir. Hz. Meryem, burada bir kilise yapılmasını istemiştir. Bir yıl sonra 1918 yılında burada bir şapel inşa edilmiştir. Daha sonra ise burada çok geniş bir alana, Meryem Ana Kilisesi yapılmıştır. Roma’daki Vatikan’dan sonra Katoliklerin en büyük merkezi burasıdır. Belki her gün binlerce turistin ziyaret ettiği bu büyük kutsal merkezde ibadet eden binlerce Hıristiyan’ı da görüyoruz. Çok geniş bir meydan ile o meydanın en sonundaki yüksekçe bir noktada çok görkemli Meryem Ana Kilisesi’nin bulunduğu iki futbol sahası kadar büyüklükteki bu geniş alana ve bahçeye girince, beyaz bantla boyanmış olan upuzun bir hat üzerinde diz üstü yürüyerek, ayağa hiç kalkmadan gidenleri gördüm. Doğrusu çok merak ettim; bunlar niye böyle âdeta sürünürcesine ibadet ediyorlardı? Orada bulunan ve burayı iyi bilen bir yerli bunu şöyle anlattı bize: “Bunlar daha önce buraya gelip dua eden dilekte bulunanlar olup, sonra dua ve dilekleri kabul olunca buraya şükür için gelmeleri anlamındadır. Duamız kabul oldu diye bu şekilde şükür ibadeti yapıyorlar.” dedi.
Kilisenin sol tarafında, bahçenin kuzeyinde bir de mum yakılıp adak adanan ve dua edilen başka bir bölüm vardı. Burası da çok kalabalık idi. Burada ilk defa gördüğüm mum yakma yöntemini ise hiç unutamıyorum: Madeni 1 para (sanırım 1 EURO) yı jeton gibi metal kutuya atınca karşıda sönük olan elektrikli ışıklardan birisi mum şeklinde bir ampul olarak yanıyor ve etrafı aydınlatıyordu. Bu yöntemin yanında para verip gerçek mum alıp yakma ve oraya dua ederek adak adayarak yerleştirme imkânı da vardı. Ama etrafı ağır bir koku ve koyu bir is ile kaplıyordu. O yüzden bu madeni para ile çalışan elektrikli mumlar, bana daha mantıklı ve temiz geldi.
Fatima’nın çevresinde, genellikle mistik ve dini figürlerin ağırlıkta olduğu çok çeşitli eşya ve biblolardan oluşan, hediyelik eşya satan dükkânlar da vardı. Vaktimiz ölçüsünde bir süre bu dükkânlara da uğrayıp güzel hediyeler aldık. Bizim için Fatima, hem yeni bir mekân hem yeni bilgiler ile dolu bir gezi alanı oldu. Bu güzel hatıralarla buradan ayrılmak için arabamıza bindik. Buradan da kuzeye doğru yola çıktık. Lizbon’a 314 km kadar mesafedeki Porto’ya doğru yol almaya başladık. Yol üzerinde yemyeşil ormanlar ve ona paralel uzanan kimi zaman yanında seyrettiğimiz Atlas Okyanusu yer alıyordu. Yol üzerindeki Coimbra ve Aveiro şehirleri, buradaki doğal, tarihi ve turistik güzellikleri ile gezilip görülmesi gereken en önemli şehirlerdendir.
Haftaya, Atlas Okyanusu kenarında yer alan Portekiz’in futbolu ve denizciliği ile ünlü liman kenti Porto’dan, sizlere hatıralarımı anlatacağım.
***
“Yoksulluğun hüküm sürdüğü yerde ne utanma kalır ne suç ne namus ne de ruh.” Honore De BALZAC
Nurettin BİLGEN