Selamların en güzeliyle! Tüm İslâm âleminin, milletimizin ve siz çok değerli dostlarımın ailecek Kurban Bayramı’nı tebrik eder; hepinize sağlık mutluluk ve başarılı yarınlar dilerim.
Güzel yürekli, kıymetli dostlarım, bu hafta sizlere mabetlerimizin fonksiyonlarından bahsedeceğim. Bunun için yaşadığım iki önemli hatıramı sizlerle paylaştıktan sonra konuya geçeceğim.
Öğretmenliğimin ilk yıllarıydı; sanırım 1990 yılı idi. Birkaç eğitimci dostumla Edirne’ye günübirlik bir gezi düzenlemiştik. İlk kez Edirne’ye gelmenin heyecanıyla camilerini, tarihî arasta ve çarşılarını ve Kırkpınar er meydanını bir çırpıda gezdik ve çok mutlu olduk. Öğle namazını Selimiye’de kıldıktan sonra gezmeye devam ediyorduk; sıra Saraçhane’nin yakınında yer alan Muradiye Camii’ne gelmişti.
Cami girişinde bizi kırmızı tenli bir kişi karşıladı, bu kişi Romen kökenli (çingene) yurttaşlarımızdandı. Bizi öyle bir güler yüzle ve sevgi ile karşıladı ki kısa sürede bizi kendine dost etti. Bu arkadaşımızın bizi bu tarihî camiyi gezdirdiği sırada, caminin içinde, en önde ve sol kısmında duvarda tarihi başlıklı iki musluk olduğunu gördüm. Hemen kendisine burada şadırvan olmayacağına göre bu çeşmelerin ne olduğunu sordum. O da: “Osmanlı Devleti zamanında bu çeşmeler sadece bayram günlerine olmak üzere; musluğun birinden taze günlük süt diğerinden ise bal şerbeti akarmış. Bu çeşmelerden bayram sabahları babalarıyla sevinçle camiye koşan çocuklar bardaklarıyla gelir musluklardan bal şerbeti ve süt katıp içerlermiş.” dedi.
“Nerde o eski bayramlar?” sözünü hatırladım birden. Sonra da kendi kendime dedim ki: “Bayramları eskitmemek bizim elimizde.” Çok güzel duygularla Muradiye Camii’nden ayrılıp o kırmızı tenli aydınlık ve sevgi dolu yürekli Romen kardeşimize teşekkür edip veda ettik. Sırada Kırkpınar Pehlivan Güreşlerinin yapıldığı tarihi meydan ile Tunca Nehri’nin kenarındaki II. Beyazıt Camii ve Külliyesi vardı. Meriç’in Arda kolundan sonra önemli bir diğer kolu olan Tunca Nehri’nın sakin sakin akan düzlüğün kıyısındaki genişçe bir çayırlıkta gür ve yüksek ağaçlar arasında yer alan bu Külliye’nin en önemli fonksiyonu ruh ve sinir hastalarının müzik ile tedavi edildiği yer olmasıydı. “Müzik ruhun gıdasıdır!” sözü her yerde önemli olsa da; anlamını tam da burada buluyordu. Sağlığını kaybetmiş nice hastalar, burada müzik ile tedavi edilip yeniden hayata döndürülmüş ruh ve beden sağlığına kavuşmuştu.
Yine bir başka gün cıvıl cıvıl ortaokul öğrencilerim ve yiğit çalışkan delikanlı yağız liseli öğrencilerimle İstanbul’un gecekondu semtlerinden olan Alibeyköy’de görev yaptığım okulda bir öğrencim bana şu bilgiyi verdi: “Hocam, burada “CEMEVİ” yapıldı yakında açılacak.” dedi. O sıralar din dersi öğretmenimiz Ömer Bey’in askerde olması hasebiyle 1.sınıfların Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerine ben nezaret ediyordum. Öğrencimin verdiği bu bilgi ve sorduğu bu soru için ben tüm öğrencilerime hitaben şöyle dedim “Değerli öğrencilerim, geleceğimizin büyüğü gençler, CEMEVİ ve CAMİ kardeştir; her ikisi de inananları bir araya getirir. Allah’ın evi gönüllerimizdir. Allah için bir araya geldiğimiz camilerimiz ve cem evlerimiz Kâbe gibi kutsaldır. Barış kardeşlik ve dayanışmanın paylaşmanın ve dünyamızı güzelleştirmenin mekânlarıdır.” dedim. Yine onlara Türkiye topraklarımızın tüm inanç ve kültürlere beşiklik eden önemli bir coğrafyada yer aldığını da söyleyip Mevlâna, Yunus, Hacı Bektaş-ı Veli ve nice erenler ülkesi olduğumuzu da anlattım.
Sevgili dostlar, giriş kısmı ile bu konuya başlamış oldum ama asıl mabetlerimizin fonksiyonları konusunu önümüzdeki haftaya bırakıyorum. Ülkemizde ve dünyada sadece üç beş kişinin devam ettiği mescit özelliği olmayan; aş evi, nikâh salonu, kütüphane, çay ocağı, kreş, spor salonu, market, otopark ve hatta morg hizmetlerinin yanı sıra çağdaş mimari özellikleri ve fonksiyonları da bulunan camilerimizden örnekler vereceğiz.
Almanya’da İngolstadt’taki Merkez Cami’nin Yaşatma Derneği yetkililerinden aldığım çok güzel bilgiler ile yine İstanbul’da Anadolu yakasında Samandıra’ da yer alan Yunus Emre Camii’nin muhteşem donanımı ve hizmetlerini sizlere önümüzdeki hafta anlatacağım. Modern cami, cem evi ve diğer mabetlerimiz fonksiyonlarını yine önümüzdeki yazılarımızda aktaracağız.
***
Azerbaycan’dan İran’a
Gezmeyi seven gönül dostlarım! Geçtiğimiz hafta Lenkeran’da Hazar Denizi kıyısında güneşin doğuş anının muhteşem kızıllığında ve manzarasında kalmıştık. Arkadaşım Kemal ile kaldığımız otele tekrar döndük ve eşlerimizi alarak kahvaltı salonuna indik. Kahvaltıdan sonra Azerbaycan’ın sınır Şehri Astara’ya gelip oradan yeni bir ülkeye girmenin heyecanını duyuyorduk. Ayşe ve Leyla Hanım da bu yolculukta bize her türlü desteği veren eşlerimizdi. Çabucak yaptığımız mütevazı kahvaltının ardından arabamızla yola koyulduk. Azerbaycan’ın ormanlarla kaplı bu güney kıyısından İran sınırına ulaştık. Astara şehrinin ortasından geçen Astara Irmağı aynı zamanda Azerbaycan-İran sınırını da oluşturmaktadır. Burada gümrük işlemlerimiz bir hayli bizi oyalasa da ardından İran’a girdik.
İran’da arabalar, araç-gereçler, okullar, kıyafetler, mimari yapı büyük oranda değişti. Elbruz Sıra Dağları’nın çepeçevre kuşattığı Hazar Denizi’nin güney kıyıları burada nüfus yoğunluğu çok fazla olan verimli kıyı ovalarını da barındırıyordu. İran’ın en önemli çay, pirinç, mısır, havyar, balıkçılık üretim merkezleri buradaydı. Burası sahip olduğu flora özellikleri ile âdeta doğal bir cennet idi. Bizim Karadeniz kıyılarımızdan daha zengin bir orman örtüsüne sahipti.
Çantayla gelen
Astara’dan biraz güneye gidip sonra batıya doğru varyantlarla Elbruz Dağları’na doğru yükselirken ormanlar sanki gökkuşağının yedi rengini sunuyordu bize. Mevsim sonbahardı, hava güneşli ve çok iyiydi, sıcak da, soğuk da değildi. Yüksek yayla özelliği olan bir alana geldiğimizde teraslı bir dinlenme tesisinde mola verdik. Buradan Hazar Denizi’ne kadar uzanan Astara Vadisi bize panoramik muhteşem bir manzara sunuyordu. Yöresel lezzetleri tattık, çaylarımızı içtikten sonra tekrar yola koyulduk. Yüksek bir noktada yer alan uzunluğu 2 km kadar olan Kenar Kezar Tüneli’ni geçtik. Buradan sonra âdeta çöl alanları başlamıştı. Kuzeydeki ormanların yerini ağaçsız bozkırlar ve dikenli çöller almıştı. Yolumuz oldukça konforlu ve rahat bir yol idi. Namin kasabası yakınlarından geçtikten sonra Erdebil’e çok yaklaşmıştık, sadece 7 kilometre kalmıştı.
Tam bu sırada Ayşe Hanım bana dönerek “Hocam eyvah! çantam dinlenme tesisinde kalmış.” dedi. Ben de dinlenme tesisinin kartvizitini almıştım. Arabayı kenara çekip tesisi aradım ancak telefon operatörüm İran için açık değildi. Bu sebeple etrafıma bakındım, hemen sağ tarafımızda briket ve tuğla imalatı yapan bir atölye vardı, oraya girip selam verdim. Ofisinden bizi gören işyeri sahibi bize “Hoş gelmişsez, hürmetli konuklarımız hele buyrun!” dedi ve bizi ofise davet etti. Adının Gafûrî olduğunu söyleyip tanıştığımız patron ve çalışanlar bize çok saygı, hürmet ve sevgi gösterdiler. Ardından ben durumu kendilerine iletince Gafuri Bey kendi telefonundan tesisi aradı ve “Çanta oradaymış saklayıplar!” dedi. Ardından da güzel bir jest yaptı: “Benim araba ile gidelim sizin ki burada dursun.” dedi. Ben de çok teşekkür edip “Siz Kemal ile beraber gidip çantayı alabilir misiniz, biz de Erdebil’i gezsek dedim.”
Gafuri Bey “Tabii ki!” dedi ve arabaya binip ayrıldık. Biz Ayşe ve Leyla Hanım ile Erdebil Şehri’nin merkezine geldik arabayı park edip çarşı pazar gezip dolaşmaya başladık. Yöresel yiyecekler, elbise ve hediyelikler aldık. İran’ın en büyük şehirlerinden biri olan Erdebil ve çevresinde Azerî Türk nüfusu yaygın ve çok yoğundu. Bu nedenle iletişim sorunu yaşamadık. Saate baktık, iki saat ne çabuk geçivermişti; tesise olan uzaklık 75 km kadardı, gidiş geliş en fazla iki sat olurdu. O sebeple biz tekrar anayol üzerindeki atölyeye döndük. Oysa onlar da gelmiş bizi bulamayınca çarşıya gitmişler. Çalışanlar telefonla bizim geldiğimizi onlara haber verdiler. Biz de beklerken “Namazımızı nerede kılabiliriz?” diye sorduk. Onlar bize mescitlerinin yerini gösterdiler. Mescit çok sade idi ve pişmiş kilden yapılan yuvarlak “secde taşları”nı da önümüze koymuşlardı. Bu taşlar, Hz. Ali (ra) şehit edildiği mukaddes toprakları sembolize ediyordu.
Namazlarımızı kılıp bahçeye çıktığımızda onlar da geldiler. Hepimiz mutluyduk hem şehri gezdik hem de çantamıza kavuştuk. Gafuri de bize ikişer kilo yöresel bir helva olan ‘karahelva’dan hediye paketi yaptırmıştı. Biz de yanımızdaki çam sakızı çoban armağanı hediyelerden onlara verdik. Kartvizitlerimizi sunduktan sonra izin isteyip vedalaştık ve Tebriz’e doğru yola çıktık.
Sevgili dostlar, sağ kalıp sağlıklı olursak haftaya; Türkmen ve Azeri şehri Kadim Tebriz’de, oradan da Urumiye Gölü üzerinden feribotla geçip ve Urumiye’deyiz. Sonra bizi acı bir sürpriz bekliyor…
Sağlıcakla ve sevgiyle kalın; bayramınızı tekrar kutluyorum. Rabbim huzur, dirlik ve refah içinde nice bayramlar versin.
****
“Gerçek mutluluk yavaş yavaş, azar azar gelir!”
Cengiz Aytmatov