Herifçeoğlunun adını unutmuşum. Zaten üç beş günlük bir beraberliğimiz olmuştu. Sonra onu başka bir gemiye aldılar. Ama ülkesinin Ekvador olduğunu hatırlıyorum. Esmer, biraz kilolu, otuz beş yaşlarında, kıvırcık saçlı bir adamdı. Şen görünümlüydü, makineli tüfek gibi hızlı konuşuyordu. Hele konuştuğu dil, bir Latin Amerikalının konuştuğu İspanyolca olunca, özellikle de ‘r’ sesleriyle ses duvarı aşılıyor, durum daha bir ilginçleşiyordu.
Limana yanaştığımız gün gemiye geldi ve kaptanla görüştükten sonra eşyalarını boş kamaralardan birisine yerleştirmeye gitti. Ben o sırada Çiko’dan öğrenmiştim yeni mürettebat olarak geldiğini. Bir müddet sonra mürettebat salonuna geldi. Yüzünde, hiç derdi olmayan, daha doğrusu hiçbir şeyi kendisine dert etmeyen insanlara has, sulu, tatlı ve doğal bir tebessüm vardı. Bilirsiniz bazı gülüşler vardır, sanki bir cisimmiş, bir sıvıymış gibi gülenin yüzünden aşağı akarlar. Selâmladı bizi, bir sandalye çekip oturdu. Ardından tanışma faslı başladı. Gemide, Alman, İngiliz, Yunan, Şilili, Perulu ve biz Türkler olmak üzere yedi milletten insan vardı. Ekvadorlu, konuşmaya İngilizce başladı doğal olarak. Fakat Şilili Santana, Çiko ve Perulu Hugo ile tanıştıktan sonra onlarla bir müddet İspanyolca konuştu. Ben İspanyolca bilmediğim için tek tük bazı kelimeleri anlıyordum yalnızca. Diğer iki Türk arkadaş ise İngilizce konuşmaları da anlayamıyorlardı, ben tercümanlık yapmak durumunda kalıyordum. Onlar aslında Türkçeyi de tercümansız anlamıyorlardı ya. Neyse.
Belçika’nın Anvers Limanı’ndaydık. Atlas Okyanusu’nda, İspanya, Portekiz açıklarında yaklaşık iki ay dolaştıktan ve bu süre içinde malı boşalttıktan sonra geriye, tekrar Anvers’e dönmüştük. Gemimiz May Mitchel, 700-800 tonluk bir kosterdi. O gün itibariyle benim babam sayılacak kadar yaşlıydı. Korkunç bir görünümü vardı. Orası burası çarpılmış, boyaları dökülmüş, birçok yeri pastan görünmez olmuş, su kesimi kalın bir yosun tabakasıyla kaplı, vinçlerinden biri bozuk, iskele merdiveni yamuk yumuk, hattâ bazı basamakları kopuk… O gemiyle Okyanus’a açıldığımızı duyan hiç kimse inanmazdı buna. İnanamazdı. Ama kaçakçılık yapmış, kaçakçı gemilerinde çalışmış olanlar hariç. Onlar, daha geminin yanına gelmeden, çok uzaklardan, bunun bir kaçakçı gemisi olduğunu ve bırakın Portekiz, İspanya’yı, kutuplara gitmeyi bile göze alabileceğini kesinlikle bilirler.
Ben de bilirim. Bir görüşte anlarım. Hattâ öyle bir geminin güvertelerinde, ambarlarında, baş üstü’nde, davlumbazında, köprüsünde, mürettebat salonunda, kamaralarında, makine dairesinde ne efsunlar, ne sırlar, ne öyküler saklı olduğunu; ne türden insan manzaraları yaşandığını, ne fırtınalar yenildiğini, ne tehlikeler atlatıldığını… nice ümitlerin yeşerdiğini ve nicelerininse solduğunu bir solukta anlatabilirim. Gemiler özeldir, yaşamayanlar, tanışmayanlar bilemez. Ama kaçakçı gemileri çok daha özeldir, bilmeyenlere anlatılamaz. Özeldir. Meşakkatli, çilelidir ama çok da güzeldir. “Vira çapa!” der, karaya arkanızı dönersiniz. Üç dört parça çamaşırınızdan, kimlik belgeniz ve pasaportunuzdan, bir zarfta sakladığınız sevdiklerinize ait fotoğraflardan başka her şeyi ama her şeyi ötekilere bırakır, mavi suların uçsuz bucaksızlığına doğru dümen tutarsınız. Becerebildiyseniz, birkaç parça ümit kırıntısını da yanınızda, gönlünüzde götürüyor olabilirsiniz. Dönünceye kadar muhafaza edip edemeyeceğinizi bilmeden. Gemi kaçakçı gemisiyse, epeyi bir korkularınız da vardır. Gerçek yeri kâlp olmasına rağmen sizin korkularınız, kafanıza, mantığınıza, muhakemenize yerleşmiş bir vaziyette bekleşirler. Bütün bunların böyle olduğunu, söyleşmeden bilir gemidekiler. Bilirler. Dudaklarını büker, gözlerini kısar, birbirlerine acı acı tebessüm ederler.
1980 yılıydı. Merkezi Belçika’da bulunan, Mafia’ya ait bir kaçakçılık şirketinin gemilerinden birinde mürettebat {YANLIŞ ANLAŞILMASIN, KAÇAKÇILIKLA MAÇAKÇILIKLA İLGİSİ BULUNMAYAN SADECE ÜCRETLİ BİR GEMİ ADAMI} olarak çalışıyordum. 20.000 box (Bir baksın değeri 500 ABD doları idi.) sigara yükümüzle Anvers Limanı’ndan iki ay kadar önce ayrılmıştık. Bu malı, İspanya ve Portekiz açıklarında çeşitli zamanlarda yanımıza gelen çeşitli teknelere aktara aktara bitirmiş ve tekrar Anvers’e gelmiştik. Ekvadorlu bu mürettebat, aramıza işte o gün katılmıştı. Mürettebat salonunda tanışma faslından sonra, adını hatırlayamadığım yeni arkadaş, bizim (Üç Türk idik.) Türk olduğumuzu anlayınca bana dönüp, kendisinin Türkçe bildiğini söyledi. Diğer Türk arkadaşlara bunu tercüme edince arkadaşlardan biri, “Konuşsun öyleyse.” dedi. Anlattım kendisine, o da şunu söyledi:
“-Çabuk, çabuk.”
Peki başka bir şey? Yok. Yalnızca ‘çabuk, çabuk’… Sizler gibi biz de donduk kaldık. Sohbetimiz ilerleyince, Türkçeden öğrene öğrene neden yalnızca bu kelimeyi öğrenmiş olduğunu anladım ve şaşkınlığım kayboldu. Ama bunun yerine ruhumu bir keder, bir öfke, bir nefret kapladı. Utandım da bu arada.
Bu adam, daha önceki bir dönemde bir İtalyan gemisinde çalışmış. Gemide bir de Türk mürettebat varmış. Gemi sürekli Rusya-İtalya arasında sefer yapıyormuş. Bizim Türk, bir kombinasyon kurmuş; kaptan dahil bütün mürettebattan bütçelerine göre para topluyor, kendisi de bu havuza külliyetli miktarda para koyuyormuş. Bu paralarla, Rusya veya İtalya’dan ayrılırken, kaçakçılık niyetiyle kaçak sigara, viski, saat, fotoğraf makinesi gibi duty-free (tax free) mallar alıyormuş. Gemi İstanbul Boğazı’na vardığında telsiz telefonla, tanıdığı gümrük görevlilerine ulaşıyor ve bulundukları yeri bildiriyormuş. Gümrükçüler, gümrük muhafaza botuyla gemiye aborda oluyor, gemiden sallanan merdivenden gemiye çıkıyorlarmış. Ve mallar ortada, pazarlık başlıyormuş.
Lozan, zafer mi hezimet mi, bilenler parmak kaldırsın. Boğazlar uluslararası deniz sayılıyor ve başka bir ülkeden yine başka bir ülkeye giden gemilerin (Türk gemisi olsalar bile) transit geçiş yaptıkları için (ve transit geçiş yaptıkları sürece) dokunulmazlıkları oluyor. Ne durdurulabilir ne hesap sorulabilir. Ama ne de o gemiye inilip binilebilir. Koca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yok sayar, kılavuz almaya bile mecbur olmaksızın boğazlarımızdan gelir geçerler. İşte böyle bir gemiye, hiçbir yazışma, hiçbir görevlendirme yokken bir gümrük muhafaza botunun yanaşması, hele bir süre o gemiye bağlı vaziyette ağır yol seyretmesi, hiç de normal bir durum değildir. Fark edilirse yetkililer hesap sorarlar.
Gemiye çıkan gümrükçüler bunu elbette bilmektedirler ve bir an evvel işi bitirip gemiden ayrılma heyecanını taşımaktadırlar. Pazarlık bir noktada anlaşmayla biter, gümrükçüler parayı öderler ve sıra, malların gümrük muhafaza botuna taşınmasına gelir. O zaman, işin başından beri çok sık söylenen o malum kelime daha çok, daha sık söylenmeye başlar:
“-Çabuk, çabuk!”
Eveeet! Yazımın buraya kadarki kısmını bir yakınıma okudum. Okumam bitince bir soru sordu ve beni yıktı. Siz sormayın lütfen aynı soruyu. Arkadaşın sorusunu yazmak istemiyorum ama ben cevabını vereyim:
“-Evet bitti.”
Efendim, kaçakçılık yapmak insanca yaşamın neresindedir sizce? Ve düşününüz bakalım, örneğin gayrimenkulünüzün değerini düşük beyan etmek gibi, azıcık da olsa, küçücük de olsa yaptığınız kaçakçılıklar söz konusu mudur? HORTUMCULUK, HIRSIZLIK, RÜŞVET, KAYIRMA VE KAÇAKÇILIK GİBİ İNSANCA YAŞAMIN AYIBI SAYILACAK TÜRLÜ PİSLİKLERDEN BİZİ KORUYAMAYAN EĞİTİM YAPIMIZA, İDARE BİÇİMİMİZE hayır.
Hayırist, esenlik dolu HAYIRLI günler diler.
R. Serdar Özmilli