{NUTİZM VE NUTİSTLER-38}
EYYÜHEL EVLÂD! (EY ÇOCUKLARIM!) Yine kaleme alınış tarihi eski ama güncelliğini kaybetmeyen bir yazım:
İran’da kazan kaynıyor! Toplumsal bir cinnet yaşanıyor! Orada olup bitenler; inanç ve yaşam açısından, siyasal uygulamalar açısından, sosyolojik gerçekler ve yöntemler açısından, eğitim açısından ibretlik örneklerdir. İran’daki her cenâhın yaptıkları yanlışlar, işledikleri suçlar, giderilmesi ve düzeltilmesi pek mümkün görünmeyen toplumsal bir buhran doğurmuştur. Evet, ibretliktir. Bütün insanlık ibret almalıdır orada olup bitenlerden. Bütün İslâm dünyası ders almalıdır. Ve siyasetçilerimizle, yöneticilerimizle, eğitimcilerimizle, din misyonu taşıyanlarımızla, askerimizle, polisimizle, halkımızla, bütün Türkiye ibret almalıdır. Avâmıyla, havâsıyla bütün vatandaş olarak hepimiz, orada olup bitenleri doğru okumalı ve ibret almalıyız. Hem bireysel olarak hem toplumsal olarak dersler çıkarmalıyız. Ders alınmayacaksa, tarih bilgisi neye yarar? Hele yaşanmakta olan tarih, daha da ders vericidir. Benzer veya aynı durumlar bizim başımıza da gelebilir çünkü. Olmayacağına garantimiz mi var? Yöneticilerimiz, İran’daki yöneticilerin yaptıklarını yapabilirler. Mollalarımız, İran’daki mollaların yaptıklarını yapabilirler. Kışkırtıcılar, onlara yaptıklarını aynen bize de yapabilirler. Kötü niyetli anarşistler, orada olduğu gibi burada da boy gösterebilirler. Özgürlükçü nutistlerimiz, fırsatı değerlendirmekten geri durmazlar. Ölçü bilmez câhil halk kitlesi, İran’da sergilenen davranışları burada da sergileyebilir. “Bizim için böyle bir potansiyel söz konusu değildir.” diyebilir misiniz?
EYYÜHEL EVLÂD! İran 2018’e olaylı girmişti değil mi? Halk sokaklardaydı: “Çağdaşlık ve yani özgürlük isteriz! Reform isteriz! Reform reform reform...” Bu sıkıntılı durum, yazımı kaleme alırken de yeniden nüksetmişti.
İranlıları ne kadar heyecanlandırdı bu olaylar bilemem ama beni çok etkiledi, çok heyecanlandım.
İran olayları bana, başka bir yazımda da anlattığım bir gözlemimi hatırlattı: 1980 yılında, İspanya Santiago de Compostela’da şâhit olduğum bir miting beni çok etkilemişti. Kızlı erkekli yüzlerce genç, ellerinde pankartlar, dövizler, bağırıp çağırıyorlardı. Yanımdaki Kaptan Babi’ye tercüme ettirdim, dövizlerde özetle; “Boşanmak serbest olsun. Boşanma hakkımızı istiyoruz.” yazıyormuş. Göstericilerin çoğu, neredeyse çocuk yaşta idiler.
-“Babi, şunlardan bir iki tanesine sor bakalım, evli mi imişler.” dedim.
Hayır, içlerinde evli olanı yoktu. Ama boşanma hakkı istiyorlardı. Katolik mezhebin yapısını bilenleriniz vardır. Uzun zaman sonra bu hak verilmiş, medyadan öğrenmiştim. Tuhaf. Hak ise, neden engelleniyor? Yasak ise, niçin sonradan izin veriliyor? Ve çok daha önemlisi; din ise, neden nakıs, noksan, hatâlı yanları var da bunlar sonradan gideriliyor? Benim açımdan en şaşırtıcı husus ise şu oldu: Bekârsın ama boşanma hakkı peşinde koşuyorsun!
İran’da yanlış içinde yanlış... değişik değişik yanlışlar... çoook eskilerden beri böyle, biliyoruz. İran, İran Halkı’nı ilgilendirir. Doğrusu budur ama ben işgüzarlık, ukâlâlık yapıyor ve İran’da olanlarla ilgileniyorum. Yalnızca “olanlar” değil, “doğacak sonuçlar” da ilgilendiriyor beni. İnancım gereği bazı kavramlara önem veren birisiyim. Kurduğum bazı hayâllerim var. Ve Kutsal öğretiden algıladığım ümitlerim var. Kendimi bildim bileli, yarım asırdan uzun bir süredir sinemde besledim bunları. Ümitle bekledim, bekliyorum. Ama devrân ve insan gerçeğiyle yüzleştikçe içimdeki ‘ümit’leri ‘acaba’lar kuşatmaya başlıyor. İran’daki olaylar ve sonuçları da ümitlerime yapacağı etki açısından heyecanlandırıyor beni. İran bizatihi yanlışlarla dolu olsa bile, karşılaşacakları olumsuzluklar kendi hataları olsa bile, orada yaşananlar ve varılacak sonuçlar, benim önemli bulduğum kavramlara evrensel boyutta zarar verebilir, ben de buna çok üzülürüm doğrusu.
Ancak şu da var; orada olup bitenler, insan gerçeği konusunda benim ayaklarımı yere basmama mutlaka katkı sağlayacaktır. Realist olmak gerek, realist olmam gerek. Bazılarımızın âhir zamanda avuçlarımızda kor hâlinde ateş tutmak durumunda kalacağımız zaten bildirilmemiş miydi? Ve yine Bediüzzaman, “Cennet ucuz, Cehennem’se lüzumsuz değil.” dememiş miydi? Etrafımızda neler olup biterse bitsin, rolümü büyütme hatasına düşmemeliyim. Sokaktaki, mahalledeki rolümün kaçta kaç olduğunu hatırımdan çıkarmamalıyım. Allah’ın işleriyle ilgili olarak da dua etmeliyim. Dua etmeliyim, çünkü Allah birilerine fırsatlar verdikçe, benim inancım çerçevesinde yaşayabilme şansım azalmakta, öyle yaşamam zorlaştırılmaktadır. Ama Allah mutlak iyidir. N’eylerse güzel eyler.
Ne demek istediğim anlaşılmadı değil mi? Beceremedim anlatmayı, değil mi? Beceremediğimden değil aslında, korktuğumdan. Evet, bilenlerin çoğu gibi ben de doğru bildiklerimi açık açık dile getiremiyor, kıvırtıp duruyorum. Çünkü birilerine öğretilmiş, hemen yaygarayı basıyorlar: “Radikal, gerici, çağdışı...”
Bir de şöyle anlatmayı deneyeyim:
1- Başınızın bağlılığından söz ediyorsanız, örneğin “Müslümanım.” diyorsanız, temsil ettiğiniz misyona zarar vermemeye, halel getirmemeye azamî dikkat etmeniz gerekir. Onu o kadar doğru, o kadar güzel, hakkını vererek, içselleştirerek uygulamalısınız ki içtekiler de dıştakiler de gıptayla, imrenerek baksınlar.
Alamanya’ya hücum furyası sırasında TV olsun, internet olsun, bugünkü iletişim imkânları yoktu, Avrupalılar İslâm’ı bizzat görerek tanımak durumundaydılar. O dönemde oralara Müslüman kimliğiyle giden vatandaşlarımızın çoğu (farklı olanları tenzih ederim), Müslümanlarla ve İslâmiyet’le ilk defa karşılaşıyor olan Avrupalıların maalesef dudaklarını uçuklattılar. Zinâ, alkol, kumar, yalan, sahtekârlık, hırsızlık, temizliğe riayet etmeme gibi çeşit çeşit kötülükleri irtikab ediyorlardı. Hattâ burada yapmadıklarını, o günkü sosyal yapımızdan dolayı yapamadıklarını da kapalı tutuldukları damdan salıverilen danalar gibi yapıyorlardı Avrupa’da. Başta cinsellik ve alkol olmak üzere bazı günahları işlemede sınırları geniş bulmanın bayramını ediyorlardı. Tabi Avrupalılar da çok kötü Müslüman örnekleri görmüş oluyorlardı. Yusuf İslâm’ın şu yakınmasını sizler de biliyorsunuzdur: “İyi ki Müslümanlardan önce İslâmiyet’i tanımışım. Aksi takdirde İslâmiyet’i kabul edemezdim.” Bunları bana son olarak İran gerçeği, İran’da yaşananlar öğretmiş oldu. ‘İran İslâm Cumhuriyeti’ iddiası, esasen İslâm’a zarar vermektedir. Çünkü İslâm, onların sergiledikleri ve yapmakta oldukları şey değildir. Bu bir.
2- İkincisi: İnsanların kafalarında ve gönüllerinde yer bulamayan mefkûreler, pratikte sürdürülebilir olamaz ve hattâ hayata geçirilemez(miş). İran gözlemlerim maalesef bana bu gerçeği de göstererek hayâllerimin, ümitlerimin yıkılmasına neden oldu. Üzülerek ayaklarımı yere bastım. Orada aslında cebrî uygulamaların yanında öğretim, izah ve ikna uygulamaları da vardır herhâlde. Ama başta nefsi azgın gençler olmak üzere hatırı sayılır bir kesim, bu yönetim biçiminden kurtulmak, dinin yasakladığı şeyleri özgürce yapabilecekleri bir rejime kavuşmak istiyorlar. Son İran hâdiselerinde sokaklara dökülen halkın (başka retorikler sergileseler de) asıl dertleri, İslâm’ın (onlarınkine artık ne kadar İslâm denirse) zincirlerinden kurtulmak idi. Turist olarak her vesileyle, Türkiye de dahil, haramları işleyebilecekleri yerlere koşmaları da bunun kanıtıdır. Yılbaşı’nda Van’a, Erzurum’a kaç, oralarda iç, kumar oyna ve zina yap... Kadınlar, daha uçaktayken başörtülerini çıkarıveriyorlar... Aynı şey Suudîlerin Türkiye’ye, Avrupa’ya seyahatlerinde de görülmüyor mu? İçlerinden biraz daha yürekli, biraz daha cüretkâr, biraz daha şeytan ve belki zinâ hevesi biraz daha fazla olan bir kadın ise başörtüsünü değneğin ucuna bağlayıp çıkmış yüksek bir yere, rejime isyan rollerini oynuyordu. Aslında o, rejime değil, Allah’ın emirlerine isyan ediyordu. Ben görmedim, hanımım televizyonda izlemiş; diğer bir olay; İran’da bazı kadınlar saçlarını kazıtıp sokaklara dökülmüşler. “No saç, no günah, dolayısıyla no başörtüsü!” çığlıkları atıyorlarmış. Demek ki efendim, Cehennem’in nüfusu Cennet’inkinden epeyce kalabalık olacak.
Bilenler bilirler, bilmeyenler lütfen araştırsınlar: Bizde de bir Kadeş Vapuru rezaleti yaşanmıştı çok eskilerde. Üniversiteli kızlar külotlarını asmışlardı, fıçılar dolusu alkollü içki yükledikleri geminin direklerine. Anlaşılıyor ki insanların çoğunluğu Cehennem’e âşık iken, kalpleri mühürlü iken, onları Cennet’te tutma niyetiyle duvarlar örmeniz, parmaklıklarla sarmanız, maalesef ütopyadan ileri bir şey olamıyormuş. Bizde bu duvarlar ve parmaklıklar onsekizinci hattâ onyedinci yüzyıllardan itibaren yıkılmaya başlanmış, Cumhuriyet döneminde ise yerle bir edilmişti zaten. Dolayısıyla bizimkilerde İran’dakine, Suud’dakine benzer bir infial yok. Çünkü fazlasıyla özgürler, dilerlerse başlarını değil bütün vücutlarını açabiliyor insanlar. Bizde, bunun yerine, kendilerinin yaşam tarzlarıyla (gûyâ) uğraşılabileceği ihtimallerine karşı yapılan savaşlar var. Daha leb demeden leblebici ihtimaline yaylım ateşi açma var. İhtimallere karşı bile hemen demokrasiyi, özgürlüğü falan ileri sürerek (ama aslında güya kutsal saydıkları bu şeyleri rafa kaldırarak) her türlü şirretliği yapıyorlar. Ben özellikle son İran olaylarını gözlemledikten sonra artık bu durumun düzelemeyeceğini düşünüyorum. Hele ki yönetenler ve din misyonunu temsil edenler de olmaları gerektiği gibi değil iseler... İtikadımızda yeis yoktur ama... inkisârım konusunda Allah’ın affına sığınıyorum. Ve diyorum ki:
BAŞÖRTÜSÜNÜ DEĞNEĞE TAKIP SALLAYAN İranlı özgürlükçü KADINLARA, YARATICI’NIN EMIR VE YASAKLARINA SAVAŞ AÇANLARA hayır.
Vesselâm.
Hayırist, esenlik dolo HAYIRLI günler diler.
R. Serdar Özmilli