İstanbul’da görev yaptığım zamanlarda fırsat buldukça bazen halini hatırını sormak bazen kendisiyle kısa da olsa bir röportaj yapmak bazen de bir çalışmama takdim yazısı yazması için ziyaret ettiğim “hocaların hocası” Prof. Dr. M. Orhan Okay Hocam, Vefa Lisesi’nden hocası Doç. Dr. Nurettin Topçu’yu anlattığı “Nurettin Topçu Bir İdealistin Ölümü” başlıklı nekroloji edalı yazısında “Öyle kitaplar ve yazılar vardır ki insan hayatının her safhasında bir mürşit [rehber, kılavuz, önder] gibidirler; yol gösterir veya yeni bir istikamet verirler. İnsan ruhunu uzun bir zaman süresi içinde besleyen ve yetiştiren kitapların yanı sıra bir anda sarsıveren bir iki mısra, birkaç satır yazı da vardır.” diyerek kimi kitapların kimi güzel söz ve şiirlerin bir tren yolu mahiyetindeki insan hayatına makas olma etkisine dikkat çeker.
Bazı kitaplar vardır onları okudukça insanı keşfetmeniz daha da kolaylaşır; bazı insanlar da vardır ki onlara “haza kitap” dense sezadır, uygundur. Hatta insanların öyleleri de vardır ki onlar kitaplar âleminin malumat bahçesinin bütün meyvelerini derleyip toplamışçasına insanlığa sunduğu bilgilerinden dolayı onları anlatmak için “ayaklı kütüphane” sözü az bile gelir. Hayatı boyunca türlü türlü kitapları okumuş insanlar, ırmaklara benzer; uzun boylu, birbirinden farklı kültür ve medeniye sahip topraklardan geçen geçerek taşıya toplaya oluşturdukları deltalarda ne bereketli mahsuller yetişir. O deltalar ki ırmakların geçip geldiği coğrafyaların bütün topraklarının rengi ve izi vardır. “İnsan hikâyedir.” diyen usta denemeci Nihat Dağlı’nın bakışıyla söyleyecek olursak okuduğu kitapları kaleme alan yazarların anlattığı hikâyelerden birer kelime, renk ve cümle olarak kendi kültür hanemize dahil ederiz onları. Ve biz sadece gökkuşağının bize öğretilen yedi sekiz -ana- rengini değil, bir bakıma sayısız derecedeki ara renkleriyle kendi içimizde yeni gökkuşakları oluştururuz. Bu gökkuşağını oluşturmadaki en esaslı malzememiz ise kitaplardır.
İlk insandan bugüne ne kadar insanın doğup sonsuzluğa göç ettiğini bilmemiz mümkün mü? Öyle ki bunu “sayılara sığdırmamız” bile asla mümkün olmayacaktır. Ama bu kadar “sayılara bile sığmayacak” sayıda gelmiş geçmiş insanlar içinden kendini görünür kılan, geleceğe, zirveye taşıyan, zirve isimler vardır. İşte tam da bu noktada Dağlı’nın bu bağlamda söylediklerine kulak vermeliyiz:
“Ne ismi ne hikâyesi ne de hatırası kalmış yığınlarca insanla, ölü olsalar da düşünceleriyle şimdiye sokulabilen yüzlerce insanı ayrıştıran temel bir fark olmalı. Bu fark, “sahip olunan canın keyfini sürmek mi, mesuliyetini taşımak mı?” sorusuna verilen cevaptır. Canın keyfini sürmenin izine bulananlar zamanla bu izde erirken, dağların taşıyamadığı ağırlığı her dem içlerinde diri tutan yüzlerce insan ise biriken zamanın içinde birer zirve olmuşlardır.” İşte tam da bu noktada cevabı da kendi içinde olan bir soru sormalı insan; insana, “dağların taşıyamadığı ağırlığı” taşıma güç ve kudreti kendinde bulmasıyla zirve olmasını sağlayan nedir?
Her bir ayeti; kelimesi, cümlesi Yüce Mevlâ’ya ait olduğunda şüphe bulunmayan Kur’an-ı Kerim’in vasfını, niteliğini yine Allahu Teâlâ’nın beyan buyurduğu şu ayeti kerimede buluruz: “Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.” (Bakara, 2) İnsanlara hakkı, hakikati gösteren, kâinatı, eşyayı, varlığı ve bizatihi insanın da kendisini anlamasına, keşfetmesine yol gösteren kitaptır, Kur’an’dır.
İnsanları hakka, hakikate, insanlığın faydasına olan her şeye çağırmada bir kılavuz ve yol gösterici nitelikleri haiz olan Kur’an, bu nitelikleriyle de insana bir bakıma kitap yazma konusunda da kılavuzluk etmekte ve bu bağlamda “Ey insan, sana verilen duygu ve düşünce, düşünme ve yazma nimetlerinin bir şükrü mahiyetinde ortaya koyacağın kitap biçimindeki eserlerini de işte böyle insanlığın yararına olacak şekilde yapmalı ve yazmalısın. Bu bakış açısıyla hareket etmelisin.” demektedir. İnsan, bu çağrıya ne kadar uyar, ne kadar buna göre hareket eder; yazan kalemin, söyleyen dilin imtihanı da burada başlar!...
***
Toprakları denizle buluşmayan iki şehirden sonra her dem denizle vuslat hâlinde olan iki şehirle devam eder kitap yolculuğum. Bunlardan ilki olan Alanya’daki kitapçılarla olan münasebetlerim çok da hatırda kalıcı olmasa da o yepyeni dünyaları evime getiren, beni o dünyalara yolculayan kitapları aldığım her yer, kitabevi, benim için hatırlarda tutulmaya layıktır. En azından teberrüken de olsa isimleri anılmaya, zikredilmeye hakkı vardır onların. Bu bağlamda geçmişe dair düşünce yolculuğuna çıktığımda, Alanya’da çalıştığım yıllarda arkadaşlarım ve öğrencilerimizle birlikte hazırladığımız, Memleketim gazetesinde sayfalarında yer bulan Kardelen köşesi ve en önemlisi de Kardelen dergisinin sayfalarındaki reklamlarından o günleri tekrar yaşama fırsatım oldu. Sayfalarda “Öz Kırtasiye” namıyla o dönemlerde hizmet vermiş güzel insanlar gördüm. Hatta öyle ki bu güzelliklerden istifade eden diğer güzel insanlarla da hasbihal etmeye vesile oldu bunlar. Hâlen var mıdır, hizmet vermeye devam ediyor mudur, bilemiyorum. Kitaplarımı nereden temin ettiğime dair güzel anıların ışıklarını yakmış oldular. Adını geleceğe yazdırmak böyle bir şey işte: “Adres bırakmak önemli; adres bırakacaksın!”
Alanya’da bir yıl öğretmenlik bir yıl da idarecilik görevinde bulunduktan sonra, kitapla hemdem olmayı hayatının vazgeçilmezi olarak gören biri için İstanbul, kültürün, kitabın, irfanın başkenti İstanbul sen ne güzelsin bu hâlinle!.. Boğazının serin sularında yüzmesem, yalılarında ayşutarap ile mehtaplarında Nedim gibi Sadabat köşklerinde leylilerle hemdem olmasam da kitaplarınla, kitapçılarınla, kitabın mutfağında geçen zamanlarımla apayrı bir güzeldin benim için. Şair Vedat Türkali gibi derim: “Salkım salkım tan yelleri estiğinde/ Mavi patiskaları yırtan gemilerinle/ Uzaktan seni düşünürüm İstanbul”
Kendisi de bir kitap olan bir şehir olan İstanbul’da, kitabın mutfağında, bir yayınevinde yazar, editör olarak çalışmak nasip oldu. Kitabın nasıl bir ameliyeden, hangi safhalardan geçerek okurun eline ulaştığını yakinen görmek hayattaki en önemli kazanımlarımdandır. Kitabın nasıl ciltlendiğini ortaokul yıllarımda, ismini şu an için hatırlayamadığım Türkçe öğretmenimiz, L biçiminde cilt tahtasında göstererek öğretmiş, o dönem gazetelerin fasiküller hâlinde verdiği ansiklopedileri yaptırmış olduğum cilt tahtasında bizzat ciltleyerek bu konudaki bilgimi pekiştirmiştim. Şimdi ise işin bambaşka yönü olan derleyip toplama, seçme, bilgileri işleme, yazılma, dizilme, tashih/düzeltme, kapak tasarımı, resimleme ve akabinde matbaada basılması işlerinin nasıl ve ne şekilde yapıldığını öğrenecektim; öğrendim de. Hangi eğitim kurumunda çalıştımsa hepsinde dergi ve bülten hazırlama çalışmaları içerisinde yer almanın mutluluğunu yaşadım. Böylelikle geçerli zamanın basım imkân ve tekniklerini, bu konudaki gelişmeleri daima yaşayarak öğrenmiş ve takip etmiş oldum.
İstanbul’da iken hazırlama/derleme biçiminde antoloji/seçki türünde iki cilt olarak hazırladığım Meşhur Şairlerden Meşhur Şiirler (2004) adlı kitabım benim için âdeta uygulama imkânı oldu. O günden bugüne öğretmen ve öğrencilerin, kültür, edebiyat ve şiir sevdalıların gönüllerini fethetmiş nadide bir eserdi. Güzellik nazara gelir derler ya, geldi de!.. Yayınevinin, o meş’um ve meşhur olay bahanesiyle önce el konulan ve sonra kapatılması sebebiyle, on yıla yakın bir zamandır o güzellikten mahrum yetişmekte nesiller şimdi. Kitaplara okurların verdiği dönüşler en güzel şahitlerdir. Ben bu güzel şahitliklere şahit olmanın mutluluğunu yaşadım. O güzellik yeniden çiçeklenebilir mi; dileğimiz, umudumuz o yöndedir!..
Kitap ve kültür adına İstanbul’da bir değil, belki onlarca kitabevinden bahsetmek gerek. Bunun Üsküdar’ı var, Kadıköy’ü, onları kitapçı ve sahafları, kıyısız deniz Cağaloğlu’su, Beyazıt Kitapçılar Çarşısı var… Dahası Çınaraltı kitapçı ve sahafları, açık raf sistemiyle okurun kitapları rahatça eline alıp inceleyebildiği İSAM Kütüphanesi ve daha başka birçok kitapçı ve kütüphaneler… hangi birini ansam yüreğim oralarda kalır… Çünkü her birinde kalbimde yer verdiğim, benden bir iz kitaplar vardır.
Üsküdar’da şimdilerde türlü sebeplerden hizmet veremeyen bir kitabevi vardı ve o dönem çok sesli bir kültür hizmeti vermişti; farklı dünya görüşlerinden her türlü kitabı o kitabevinin raflarında bulmak mümkündü. Öte yandan sahilden biraz içlere doğru gidildikçe sol tarafta yer alan sahaflardan söz etmeliyim. O sahaflarda, “gün gör görmüş, günler görmüş”, yılların şahidi kitaplara dokunmak, geçmişin izinde yol almak, kalbi kitaplarla atan ruhlar için geçmişten ses ve izler bulmak az buz bir şey mi?
İstanbul’un ister Kadıköy, Üsküdar ister Eminönü isterse Beyazıt meydanlarında açılan yer sergilerinde hazine değerinde eserlerle karşılaşmanız hiç de sürpriz olmaz. Bu sergileri ara ara yoklarsanız kütüphanenizde kıymetli varlıkları ile arzı endam edecek eserleri bulmanız işten bile değildir. Meselâ ben, Kadıköy’deki yer sergilerinde, Hürriyet Gösteri dergisinin 1986 yılında haftalık hediye olarak okurlarına verdiği kimi meşhur şairlerimizin o meşhur şiirlerini kendi sesleriyle buna imkân olmayanların bir sanatçımızın güzel ses ve yorumlarıyla hazırlanarak çıkarılan şiir kasetleri vardı. Ben onların bir kopyasını o yer sergilerinde tesadüf etmiş, almıştım. Şimdi benim ve şiir dünyası için paha biçilmez değerde eserler onlar.
Cağaloğlu Yokuşunda Alioğlu Yayınevinde merhum Sadettin Kaplan Bey’le antoloji hazırlıklarım sırasında görüşmüştük. O görüşmemizde, şiirlerini çalışmamda yer vermem konusunda hem müsaade etmiş hem de kitaplarından bila bedel imzalayarak bu fakire takdim eylemişti. Allah rahmet eylesin. Askerlik öncesinde yazıp biriktirmesi ve sonrasında da nesir ve şiir pek çok kitabını yayımlamış olmasıyla bu dünyada yapılması gereken işlerin en güzellerini ortaya koyarak güzel örneklerden olmuştu.
İstanbul kitap ve kültürün kıyısız bir denizi. Oradan kıyılara ulaşmak mümkün olmasa da yazının bir kıyısı var. Bir kapı mahiyetindeki o kıyıdan kulaç atmaktan yorgun düşen zihinlerimizi asude topraklarda dinlendirelim.
Yazımızı, hayatının hemen hemen her demi kitap ve okumayla ile geçmiş ve hâlâ da öyle devam eden müdakkik bir münekkit Kibar Ayaydın’ın “Okumanın Kanatlarında”n alıntıladığım şu sözüyle noktalayayım:
“Kitap bana yâr idi; Leylâ’dan da öte canandan da yakın. Aşk, âşığa ne anlatıyorsa, kitap da bana onu anlatıyordu hep. Kitap okuma işi, sevda çiçeğini yetiştiren yüreklerin, o engin sıcaklığı gibi sarar ruhumu. Okumanın, kitapla hemdem olmanın mâi hülyasında, kelimelere yüklenen her mânanın sihirli rüyasını görürüm.”