İddialı bir başlık, farkındayım. Yalnızlık ve insan. Bu iki kavramın baş başa vererek ortaya edebiyatın dallarının çıkması… Bir makale okumayacaksınız bu yazıda. İnsanın her asırda, her toplumda, her inanışta kendini yapayalnız hissetmesine edebiyatın penceresinden bakacağız.
Yalnızlık, sadece fiziksel bir tecrit durumu değil, aynı zamanda ruhsal bir arayışın ve içsel bir sessizliğin de simgesidir.
“Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler”
diyen Orhan Veli, insanın kendi kendisi ile konuşmasını şiirin diliyle anlatırken roman ya da öykülerde bu temayı işleyen yüzlerce yazar olmuştur.
Yalnızlık bazen zorunlu bir rıhtım olsa da çoğu zaman insanın kendi tercihidir de. Franz Kafka’nın “Dönüşüm” eserindeki Gregor Samsa’nın yaşadığı dönüşüm, onu ailesinden ve toplumdan izole eder. Bu izolasyon, Kafka’nın eserlerinde sıkça rastladığımız bir tema olup, insanın varoluşsal yalnızlığını vurgular. Kafka peşine düşer kelimelerle yalnız insanın.
Albert Camus’nun “Yabancı” romanındaki Meursault ise toplumun yapay normlarına yabancılaşmış bir karakterdir. Camus, absürt felsefesiyle insanın evrende yalnız olduğunu ve yaşamın anlamsızlığını işler. Meursault’un duygusal tepkisizliği, insanın içsel yalnızlığının bir yansımasıdır.
Virginia Woolf’un “Deniz Feneri” adlı eserinde ise karakterlerin iç dünyalarındaki yalnızlık, bilinç akışı tekniğiyle okuyucuya aktarılır. Woolf, karakterlerin içsel monologları aracılığıyla, insanın kendi iç dünyasında bile yalnız olabileceğini gösterir. Yalnızlık, bazen bir tercih bazen de kaçınılmaz bir kader olarak karşımıza çıkar.
Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ında yeraltı adamının toplumdan ve insan ilişkilerinden kaçışı, onun bilinçli bir yalnızlık tercihidir. Ancak bu tercih, onu daha büyük bir ruhsal çıkmaza sürükler. İnsanın yalnızlıkla imtihanı, modern dünyada daha da karmaşık bir hâl almıştır.
Teknolojinin ilerlemesi ve sosyal medyanın yükselişi, paradoksal bir şekilde insanları daha da yalnızlaştırmıştır. İletişim araçlarının çoğalması, insanların birbirleriyle gerçek anlamda bağ kurmalarını zorlaştırmış, yüz yüze etkileşimin yerini sanal ilişkiler almıştır. Binlerce, onbinlerce, hatta milyonlarca takipçisi olan yalnızlar devrindeyiz. Yaşadığın güzel bir anıyı aynı gün içinde anlatabileceğin insan sayısı kadardır aslında fenomenliği bir insanın. Yaşadığı bunalımlardan çıkmak için sesini duyunca rahatlayabileceği sesler kadardır namı, şöhreti.
Yalnızlık, insan ruhunun en derin koridorlarında yankılanan bir ses, bazen bir fısıltı, bazen de bir çığlık. Edebiyat, bu sesin dışavurumu, yalnızlığın ressamıdır. Yalnızlık, edebiyatın tuvalinde farklı renklerle, farklı doku ve tonlarla kendini gösterir.
Cemal Süreya’nın “Ben hangi şehirdeysem, yalnızlığın başkenti orası.” sözleriyle yalnızlığın coğrafyasını çizerken, Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Yalnızlık dinmeyen bir sızıdır.” diyerek onun sürekliliğine vurgu yapar. Her iki yazar da yalnızlığın evrenselliğini ve kaçınılmazlığını dile getirir.
Melih Cevdet Anday’ın “Birgün de bir yalnızı gördüm, yalnızlık nedir anladım. Yalnız olan, gerçekte yalnız değildir, saldırıya uğramış bir insandır.” ifadeleriyle yalnızlığın bir başka yüzünü, dışlanmışlığı ve maruz kaldığı saldırıları anlatır. Oğuz Atay ise “Yalnızlığımın yalnız bana zararı dokundu.” diyerek yalnızlığın bireysel etkilerine işaret eder.
Nuri Pakdil’in “Yalnızlıkta kendi cümlesi bile eşlik edebiliyor insana.” sözleriyle yalnızlığın içsel bir arkadaş olabileceğini, kendi kendine yeterli olabileceğini belirtir. Bu alıntılar, yalnızlığın hem acı veren hem de öğretici bir yönü olduğunu gösterir. Edebiyat, yalnızlığın sadece acı veren bir durum olmadığını, aynı zamanda bir özgürlük, bir sığınak olabileceğini de öğretir. Yine Franz Kafka’nın “İçi insanlarla dolu büyük evler var karşıda, gene de tek odada bir başına olmak, bir evde yalnız yaşamak, yaşamın en önemli yanı, daha doğrusu: Kimi zaman yalnız kalabilmek mutluluğun ilk koşulu.” sözleriyle yalnızlığın bir tercih olduğunu, huzur ve özgürlüğün bir parçası olabileceğini anlatır. Yalnızlık, edebiyatın sayfalarında bir yolculuk, bir arayış, bir keşif. Yazarlar ve şairler, kendi yalnızlıklarını, karakterlerinin yalnızlıklarını, okuyucuların yalnızlıklarını anlamlandırmaya çalışır. Edebiyat, yalnızlıkla dolu bir dünyada, yalnız olmadığımızı hatırlatan bir dosttur.
Sonuç olarak, yalnızlık, insanın doğasında var olan ve edebiyatın sürekli olarak keşfettiği evrensel bir deneyimdir. Yazarlar ve şairler, kendi eserleriyle bu duyguyu farklı yönleriyle ele alarak, okuyucuların kendilerini yalnız hissettiklerinde yalnız olmadıklarını hatırlatırlar. Yalnızlık hem bireysel bir sorgulama hem de kolektif bir empati kaynağı olarak edebiyatın zenginliğine katkıda bulunur.