Bazı şeyleri çok arıyor, eksikliğini çok hissediyorsak bu, onun yokluğundandır. Adalet de böyledir.
Arapça “adl” kökünden türeyerek dilimize geçen “adalet”, hak, hukuk ve haklılıkla ilgili, iç içe kenetlenmiş bir kavramdır.
Adalet, devlet adını verdiğimiz ve onun manevi yapısı altında huzurla ve özgürce yaşamayı düşündüğümüz sistemde düşünce ve uygulama; insanda ise duygu, düşünce ve uygulamadır. Devlet, düşünmez ama onun aklı olan anayasa ve yasalar çerçevesinde hareket eder, vatandaşlarına öyle muamelede bulunur. İnsan ise hem hisseder hem de düşünür hem de uygular.
Adalet, öncelikle insanların hak ve özgürlüklerini kaybetmemesi, haklının hakkını haksızdan almasıyla tecelli eder. Bu olamamışsa kayıpların telafi edilmesi, iade edilmesi ile mümkündür. Kayıpların, gidenlerin iadesi elbette bütünüyle mümkün değildir. Onları, ahiret yurdunda kurulacak Büyük Mahkeme’de almak mümkün olacaktır ancak.
Hangi sistem, henüz olayları, olan biteni anlama ve yorumlama idraki ve olgunluğuna erişmemiş masum bir çocuğun kalp burukluğunun, annesine ve babasına yahut güneşe hasret bırakılmışlığının karşılığını iade edebilir, hangi yasa onun kayıplarını telafi edebilir ki?.. Onun için önemli olan öncelikle kayıplara meydan vermemektir. Onun için geç gelen adalet, adalet değildir.
Adalet düşüncesinin temelinde insana saygı ve sevgi vardır. Evet, insan öncelikle insana saygı duymalıdır. Herkesi sevmek zorunda değiliz ama herkesin varlığına, hakkına, hukukuna saygı göstermek durumundayız. Bunun için insanı dış görünüşüne, rengine, ırkına, düşüncesine bakmadan kendi konumunda kabul ederek ona saygı duymak zorundayız. Bu, aynı zamanda insanın kendine olan saygısının bir gereğidir.
Düşünen ve güvenilir insan
Kişi, farklı düşünebiliyorsa bütün insanlar içinde birey olmanın hakkını veriyor demektir. Hatta düşünüyor olması hâliyle o, aslında insan olmanın da hakkını veriyor demektir. Çünkü insan, düşünür.
İnsan, düşüncesi ve hayalleri ile kendi geleceğini planlar, eylemleri ile de toplum içinde varlığını ortaya koyar. Onun içindir ki eylem sözden önce gelir. Ziya Paşa’yı dinleyelim: “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz. Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” Aslında beyitte söylenmek istenen şudur: “Sen ne söylersen söyle, istersen müritlerin, bağlıların, takipçilerin, parti üyelerin seni uçurabildiği kadar uçursun; seni asıl tanımlayan, gösteren, sözlerin ve hakkında alkışçılarınca söylenen sözler değil, yaptıkların ve uygulamalarındır.”
Bir insanın güvenilir bir vasfa sahip olması çok önemlidir. Kişi, toplumun ve insanların kendisine güvenini söylemleriyle eylemleri arasındaki uyumundan alır. Hayatı baştan sona zikzaklarla dolu olan, dün ak dediğine bugün kara diyen, bu yönde türlü hukuksuzluklara imza atan kişi veya kişilere düşünen bir toplumda güven söz konusu olabilir mi?
İnsan fikir değiştiremez mi? Bu elbette mümkündür, ama bunu hak ve hakikat çerçevesinde yapmalıdır.
Değer ölçüsü, sadece kendisinin veya çevresinin menfaati olanlara hâlâ güven duyuluyorsa işler aslında ters gidiyor demektir. Orada ya mecburiyet veya “kaht-ı rical”, yani adam kıtlığı vardır veya siyasi bağnazlıkla birlikte gözbağcılığı söz konusudur.
Siyasetin anlam kaybına uğraması
“Devletler arası ilişkileri, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı” demek olan siyaset, biraz da benzer anlama sahip politika kelimesi sebebiyle değer kaybına uğramıştır. Bundan dolayı siyaset denince zihinlerde; taraftarını yücelten, varsa onun kusurlarını görmezden gelen; karşısında olanları, karşı düşüncede bulunanları onların iyiliklerini, güzelliklerini, topluma, millete, vatana yararlılıklarını dikkate almadan ötekileştiren, düşmanlaştırarak, kötülerle eş tutarak onları cezalandırma yoluna giden anlayış gibi bir anlama sahiptir. Siyaset kelimesi ve kurumu için bir anlam kaybıdır bu. Kelimedeki anlam kayıplarını gören, yaşayan, çağın dertlisi, ufuk insan Bediuzzaman da siyasetin bu tavrını eleştirerek ondan Allah’a sığındığını şöyle ifade eder: “Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki; mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasisine muhalif bir âlim-i sâlihi tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane methetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “euzübi’l-lahi mine’ş-şeytani ve’s-siyase” (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.) dedim. O zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.”(Mektubat) “Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi; o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır; hem her hâlde bir tarafgirlik meylini verir, zâlimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur.”(Emirdağı Lahikası) Özetle, siyasete girince hakiki vazife olan iman hizmetini onun unutturmasının yanında haktan, hukuktan, adaletten, doğruluktan tarafgirlik sebebiyle uzaklaşma ihtimali söz konusu olacağından siyasetten kaçınır. Yaşananlar, ne yazık ki bu düşünceyi haklı çıkarmıştır, çıkarmaktadır da.
Bugün, siyasi partilerin yapısına baktığımızda orada üyelerin, milletvekillerinin bağımsız düşünceye ne kadar sahip oldukları konusu tartışma götürür vaziyettedir. Parti liderlerine ve partinin MYK’sında alınan kararlara itiraz sadedinde bir düşünce dile getirilebilir mi? Getirdiklerinde o partide siyaset yapılabilir mi? İradeleri başka birinin iradelerine ram olmuş olanların yeni bir düşünce ortaya koyabilmeleri mümkün mü?
Hâlbuki Râşit Halifelerden çok sonra gelerek uygulamalarda hassasiyet bakımından onların “takipçisi” olan Ömer bin Abdülaziz bir konuşmasında bakın neler söylüyor: “Ben veya başka bir halife; Allah’ın Kur’an’la çizdiği İslâm yolunu takip ettiğimiz müddetçe bize itaat vardır. Şayet Allah’ın kanun ve buyruklarından ayrılırsam, yani O’nun kanunlarını değil, kendi keyfi kanunlarımı tatbik etmeye kalkışırsam, bana itaat yoktur.” Bu ufku, bugün hangi siyasi veya başka bir liderde görebiliriz?
Konu neden şimdi?
Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ün, Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğünce düzenlenen Ceza Hukukunda Alternatif Çözüm Yolları Sempozyumu'nun açılışında yaptığı bazı açıklamalar, bu konudaki düşüncelerimi paylaşmama vesile oldu. AA’nın paylaşımına göre Sayın Bakan Gül: "Aslolan tutuksuz yargılamadır. Tutukluluk istisnadır. Deliller toplanmış, kaçma şüphesi yok, yeri yurdu belli, seneler geçmiş, 'Hadi tutuklayalım' olmaz." "Aslolan adaletin yerine gelmesi. Hâkim, savcılardan beklentimiz, 'kim ne der, ne düşünülür' şeklinde değil, 'dosya ne der, Anayasa ne der, hukuk ne der' şeklinde.”, “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun. Bizim yargı mensuplarından beklediğimiz budur. Hiç kimsenin talimatına, telkinine bakarak değil, dosyaya bakarak vicdanınıza göre karar verin, 83 milyon geleceğe daha güvenle baksın.” dedi.
Sayın Bakan’ın cümlelerinde dile getirdikleri, elbette olması gereken uygulamalar. Bu cümlelerin bugün sarf ediliyor olması, yapılması istenenlerin, beklentilerin gerçekte var olmadığını gösteriyor. Var olan, vaki olan bir şeyin olması, yapılması istenmez. Bugün, bilhassa siyasi davalarda hukuksuzluk ve adaletsizlik o kadar çok ki bu gerçeği, görevi adaleti ikame etmek olan en yetkili ağızdan duyuyoruz.
Gerçek şu ki siyasi anlayışlar, devleti koruma güdüsü hukukun ve adaletin üstüne çökünce ne adalet kalır ne de hak hukuk. Orada, adalet de hukuk da ayaklar altındadır, her daim yerlerde sürünür.
Yapılması gereken
Siyasi irade adaleti gerçekten kendi varlığı için istemeli, başka sebeplerden ve etkenlerden dolayı değil. Dışa karşı ilkbahar yaz; içe karşı sonbahar, kara kış ve ayaz olmamalı. Adaletin sıcaklığı bütün vatandaşlara eşit olarak yayılmalı. Bir yerde adaletin sıcaklığından mahrum insanlar soğuktan donup hayatlarını kaybederken diğer tarafta bazıları da o sıcaklığın fazlalığından, zevkinden terlememeli. Unutulmamalı ki sıcağın ve soğuğun aşırısı bünyeyi daima hasta eder, hastalıklara davetiye çıkarır.
Geciken adalet, adalet değildir. Bundan dolayı, dosyalarda karar verme süreci kişilerin masumiyetinden, masumiyet karinesinden yola çıkılarak devam etmeli. Bir istisna sayılan tutuklama sıradanlaştırılmamalı; böylece suçsuz yere insanların hakları hukukları çiğnenmesine, ömürlerinin hapishanelerde yok olup gitmesine sebep olunmamalıdır. Hakim ve savcılar dosyaya bakmalı, ama dosyalar da hakka, hukuka ve adalete bakmalı!
Pardon demek neye yarar?
Öldükten sonra adaletin yerini bulması, “pardon” denilerek suçsuzluğunun ifade edilmesi bir şeye yaramıyor. Hele, olağanüstü dönemler oluşturularak insanların işlerinden edilmesi, işlemediği suçlarla yok yere yaftalanması, hapislerde suçsuz yere süründürülmesi ne hukukla ne de adaletle bağdaşır. Burada ceza çeken, sadece suçlanan değil; onunla birlikte çocukları, eşi, annesi babası, vb. dahası toplumun vazgeçilmez değerlerinden olan aile kurumudur. Çocukların annesiz ve babasız büyümeleri, yaşları evladının bakımına muhtaç olduğu hâlde anne ve babaların onların bu yardımlarından mahrum kalması, üstüne üstlük bir de torunlarına bakmak zorunda kalmaları âkil sahiplerince düşünülüp taşınılması gereken bir meseledir.
Uyarı levhaları
Devleti yönetenlerin, siyasilerin, hâkim ve savcıların, toplumun asayişini sağlamakla görevli güvenlik görevlilerinin “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 90) şeklindeki İlahi buyruğu asla hatırdan çıkarmamaları gerekir. Her hafta hutbelerde tekrar edilip duran bu ikazın gereği yapılmıyorsa kulaklar, akıl ve vicdan başka beyanları, sözleri mi dinliyor acaba diye düşündürmektedir.
Ali Emirî Efendi’ye kulak verelim: “Doğruluğu ve adaleti terk ederek fayda temin etmeye çalışan, aslında mânen kendi zarar ve ziyânını hazırlamaktadır.” “Adaleti kötüye kullanma; doğru yoldan sapmaların, zulüm ve haksızlığın toplumda egemen olması demektir. Adâlete, merhametten çok dikkat etmek, siyasiler için, halka gösterebilecekleri en büyük merhamettir. Adâlet, medeniyet âleminin en çok ihtiyaç duyulan su ve havası gibidir.” Ali Emiri Efendi bu ikazlarında ne kadar da haklı, öyle değil mi?
“Devletin dini adalet” (Hz. Ali) ve “adalet mülkün temeli” (Hz. Ömer/Gazi Mustafa Kemal Atatürk) ise -ki öyledir- o zaman, hâkim ve savcılar, siyasi süreçlerin etkisinde kalmadan kararlarını hakkaniyet çerçevesinde vermeli, asla zulmün, haksızlığın bir parçası olmamalıdır. Zira dosyalarda geleceğe kalan, hâkim ve savcıların imzası olacaktır siyasilerin sözleri değil. Hâkim ve savcılar, her zaman, en güzel eserlerini Hâkimler Hâkimi’nin huzurunda boyunlarını büktürmeyecek kararlarıyla yazarlar.
Devlet anlamıyla kullanılan “mülkün” devamı ancak adaleti tam olarak sağlamakla mümkündür. Bunun için adalet semasında bir kutup yıldızı gibi parıldayan şu pırlanta tavsiyelere uymalı değil mi?
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” (Şeyh Edebalı) “Aklı öldürürsen ahlâk da ölür. Akıl ve ahlâk öldüğünde millet bölünür. Kadı’yı satın aldığın gün adalet ölür. Adaleti öldürdüğün gün Devlet de ölür.” (Fatih Sultan Mehmet Han)
Mülkü daim kılmak için
Siyasi irade, mülkü daim kılmak, adaleti gerçekten tesis etmek için, bütün kurumlarıyla ortadan kaldırılan hukuksuzlukları yine devletin bütün kurumlarıyla giderme yoluna gitmesi gerekir. Bunun için gerçekten uluslararası hukuk, anayasa ve yasalardan hareket ederek hukuk işletilmeli, dosyalar buna göre açılmalı, açılan dosyalar da bu ölçüler çerçevesinde değerlendirilip acilen karara bağlanmalıdır. Sayın Bakan’ın söylediği gibi “tutuklama” bir istisna olmalıdır. Anne babanın her ikisi için de dosya açılmışsa anne ya da babadan biri “en azından çocukların sağlığı ve geleceği için” ve çocukları cezalandırmamak için tutuksuz yargılanmalıdır.
Bugün mahkemelerde, mahkeme heyetinin yaslandığı duvarda yer alan “Adalet mülkün temelidir.” yazısı, asıl karşı duvarda yer almalı ki mahkemeye heyeti hukuktan adaletten bir an olsun ayrılmaması gerektiğini hatırlarında tutabilsin. 1984 yılı Nobel Barış Ödülü sahibi Güney Afrikalı Desmont Tutu’dan güzel bir söz: “Eğer adaletsizlik karşısında tarafsız kalıyorsanız, zalimin tarafını seçmişsiniz demektir."
Son söz
Sadece adaletsiz davranmamakla iş bitmiyor; adaletsizliklere karşı durmak insan olmanın bir gereğidir. Masumun hakkını aramasına yardımcı olmak gerekiyor. Adalet, herkes için susuzluktan yanıp kavrulan çölde bir vahadır. O vahadan herkes hakkınca istifade ederek nasiplenmelidir.