[O yaz adaya güz daha sarı geldi. Benimle birlikte dört kız acemisi olduğumuz çarşaflarımızla limana inen sokakta yürüdük. Me’yûs Efendi Sokağındaki Şer’iye Mahkemesinin soluk yüzlü hâkimi nikâhlarımızı onayladıktan sonra Arap kocalarımızla fotoğrafçıda aldık soluğu.
Köşede, Gönül Yarası Sokağının girişinde pembe tombul elleriyle bıyıklarının ucunu iki yana kıvıran “Bir Resmin Kalsın Bende”nin sahibi Celal bizi görünce pek mutlu oldu. Yalnızca “Celal” diye hitap edenin pek az olduğunu duymuştum. Adını söylerken fotoğrafhanenin ismiyle tekrarlayanların alayına aldırmayıp etrafındakilere:
“Tanıtım bunlar, iyi olur, iş çoğaltır.” dediği köyden şehre herkesin kulağına çalınmıştı. Kibarlığı sebebiyle hakkında birkaç hikâye dinlediğim fıkradan kırpılmış adam: daha öncesinden bize benzer kadın ve erkeklerin aile olmasına mühür vuran kişiymiş gibi kendinden emin ve memnun, kocalarımızı tebrik etti. Bunca kalabalığı içeriye bir anda alması mümkün olmadığından üst üste geçirdiği tabureleri çıkardı; yanındaki tuhafiyeden de bir iki iskemle kaptı. O koştururken tuhafiyecinin çırağı “Masrafçı Mahmut” yazılı tabelayı parlatmakla meşguldü.
Nenanne’m elbisesine düğme, fermuar isteyen kız anneleriyle taze gelinlere burayı adres gösterip: “Masrafçı’da ne ararsan bulursun. Geçenlerde takma diş gören olmuş tezgâhında.” derdi.]
Bu metin, eğitimci-yazar Ülkü Demiray tarafından kaleme alınan, “tek başına bir kadın hikâyesi olmayan, unutulan tarihe, sosyal olaylara kızlarımızın çığlıkları arasından bakış, Adanın parçalanışı, EOKA tohumlarının atılışı, İsrail’in kuruluşu ve kızlarımızın kayboluşunun hikâyesi” olan “Cümbezin Kızı” romanının girişinden alıntılandı.
Cümbezin Kızı, “2023 Emine Işınsu Roman Ödülü” almış bir eser. Meslektaşım Ülkü Demiray Hanımefendiyi bu başarılı çalışmasından ve salt bir edebi eserin yanı sıra, sosyolojik bir dramdan, acılarla dolu bir hayattan bizleri, okuru haberdar ettiği için kutluyorum. Kendisi ile Denizli’de Pamukkale Üniversitesi’nde düzenlenen bir imza gününde karşılaştık, tanıştık. Bu güzelliğe, değerli meslek büyüğümüz eğitimci-yazar Hasan Kallimci vesile oldu; kendisi ile bir araya geldiğimiz bir şiir ortamında bu eserden övgü ile bahsetmesiyle haberdar oldum. Kendisine buradan da teşekkür ederim.
***
Hayatta her an yeni şeyler öğreniyoruz, farklı durumlarla karşılaşıyoruz. Tıpkı hadiste ifade edildiği gibi “beşikten mezara” kadar “bilgi” ile karşılaşıyoruz. “Cümbezin Kızı” romanını okuduğumda tam da bu duygu ve düşüncelerle iç içe yaşıyorsunuz.
1930 ila 1940 (veya 1950) yılları arasında sosyal tarihimizin en acı travmalarından biri daha yaşanır. Kıbrıs’ta Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının etkisiyle ciddi ekonomik krizler yaşanmaktadır. Bu yoksulluktan yararlanan Arap ve Ermeni simsarlarca, hemen harekete geçer ve çok çocuklu yoksul ailelerin kızlarına belli bir para karşılığında evlenme teklifleri yapılır. Birçok yoksul aile, ne yazık ki çaresizliğin verdiği mecburiyetler içerisinde kızlarını, başta Suriye, Ürdün ve Filistin olmak üzere, buralardan gelen Araplarla evlendirir ve gurbete gönderilir. Bu kızlardan bazıları mutlu evlilik yapar, büyük çoğunluğu da götürüldükleri yerlerde genelevlere pazarlanırlar veya mutsuz evlilikler yaşarlar. Kimi kızlar yıllar sonra kaçmayı başararak Kıbrıs'a dönseler de kendi topraklarında beklediklerini bulamazlar.
Acı ve dramlarla dolu hayatın öznesi olan bu hayatlar; türkülere, ağıtlara konu olur. Bu ağıt/türkülerden birinin sözlerinin bir kısmı şöyledir:
“Baba beni satma ele/ Yanağımda toydur gamze/ Bırak önce annem sevsin/ Kızım diye öpe öpe// Daha nedir bildiklerim/ Sayılıdır gördüklerim/ Kaç gün vardır yanar anne/ Üfür sönsün göz içlerim//Gurbet yaman uzaklarda/ Karnın çok mu açtır baba/ Beni sattın sofran hazır/ Ciğerimden başla baba”
Türküyü dinlerken bile insanın içine kaya gibi oturuyor acılar. Bu ağıt/türküde, bu dramı yaşayanlardan Necla’nın adı geçmektedir. "Necla" geri memleketine, Kıbrıs’a kaçıp gelmesine karşın yalnızlaştırılır ve en sonunda yaşamı, bu kez kendi ülkesindeki bir genelevde noktalanır.
***
“Cümbezin Kızı” romanı işte bu hayatların romanıdır. Onu hemen hemen bir solukta diyebileceğim bir hızda okudum. Hemen hemen her eserde olduğu gibi okudukça yeni kelimeler, kültürler edindim. Bu romanla sosyal bir acıyı, yarayı, dramın yanı sıra, ilk kez duyduğumda bir sülale ve kişi lakabı olsa gerek diye düşündüğüm “cümbez”in ne olduğunu da öğrenmiş oldum. Cümbez, eserde de açıklandığı üzere, “Kıbrıs’ta keçiboynuzuna verilen isim: harnup/harnıp” demektir.
“Cümbezin Kızı”nda, cümbez ağacının altında yaşanan yerel dostluklar ile başlayıp “Bir Resmin Kalsın Bende Celal” fotoğrafhanesinde gelinlik fotoğraflarının çekimi ve sonrasında pasaportların gelişine kadar bir handa bekleyiş, ardından gemide başlayıp adadan, Kıbrıs’tan Filistin’e uzayan yolculuk, oraya varış, oradaki çileli hayat, boşanmanın ardından, kendilerine sahip çıkan Mim Dede’nin Konağındaki “Suların Sultanı” ile devam eden bir hayat, konu edilir.
Eserde olaylar, durumlar, betimlemeler, kahraman anlatıcı ile bu çileli hayatın kahramanlarını kollayan ve aynı zamanda o hayatın öznelerinden olan Hatice adlı bir kahramanın dilinden aktarılır. Yer yer geriye dönüşler, hatırlamalar ve hatıralara gidiş söz konusu olduğundan okur genel bir olay örgüsünü zihninde canlandırmakta ilk etapta zorlanabilmektedir. Ama anlatımın ve kültürel bağlamda anlatılanların güzelliği okuru bu “zorluk”tan kurtarır, âdeta onu düşünmez hâle getirir, olay örgüsü ikinci planda kalır.
İnsanız; çoğu şeyin kıymetini onlar varken bilemiyoruz. Bu da bizim sonradan anılara, eski güzelliklere sığınmamız anlamına geliyor. Eserde bu sığınmalara da rastlıyoruz: Yer yer, eski Kıbrıs’ta bir arada yaşanan güzel dostluklar, kardeşane birliktelikler dile getirilir. İnsanlar kendi kültürlerini yaşar ve yaşatırken başka toplumların kültürlerine de saygı duyar. Burada temel özne “Nenanne”dir; onun yol gösterici, bilge ve kültürlü kişiliği gençlerin, genç kızların hemen hemen her zaman zihinlerinde, yüreklerinde ışık olarak parlamıştır, bir kutup yıldızı gibi parlamaktadır da. Anlatıcı Hatice’nin kendisini besleyip büyüten Nenanne ile içsel söyleşileri, geçmişe yaptığı zihin yolculukları esere ayrı bir şiiriyet havası katar, okuru Hatice’nin ve diğer kızların yaşadığı dramın duygu dünyasına çeker. Bu da okurun eserle bütünleşmesi anlamına gelir ki bu da başarılı bir anlatım örneğidir.
Muallim Nazım da kültürel bilincin aktarımında önemli bir kişiliktir. Hatice, geçmişin güzelliklerine onun şiir ve edebiyat sahasındaki anlatımları ile ulaşır. Onun anlatımları âdeta okurun kültürel bilincini diri tutar.
Bir diğer husus da Kıbrıs’ı Türkiye’ye bağlayan bir köprü niteliğindeki “Gülcemal”dir. “Gülcemal”, Kıbrıs ile İstanbul arasında sefer yapan bir geminin adıdır. Hatice’nin, kızların yüreklerindeki Türkiye sevgisi, sevdası “Gülcemal” üzerinden aktarılmaktadır. O, aynı zamanda okumaya, bilime, kültüre, kültürlenmeye yol bulan bir rehberdir.
Eserdeki olumlu figürlerden bir diğeri de “Mim Dede”dir. O, her türlü kötülüklerin kaynadığı bir ortamda, Konağı ile asude bir liman, huzurlu bir bahçe, güvenli bir sığınaktır. Hatice’nin o hana gelmesi sonrasında orada bulunan kadınlara bazen çeşme başında bazen handa efsaneler, masallar anlatması kendisinin “Suların Sultanı” diye anılmasını sağlar.
***
Böylesine önemli bir konuyu, romanın kurgusuna “mesele” etmesi sebebiyle eğitimci-yazar Ülkü Demiray’ tekrar kutluyorum. Cümbezin Kızı romanından bazı cümleler ile yazımızı noktalayalım:
“Ah, be evladım sende kabiliyet var! Müellif kumaşından dokunmuşsun!” s.13
“Nasıl uysal Zeynep! Onu bağrıma bassam ağlar mı? Ağlamasın, ağlarsa teselli edecek gücüm olmayabilir! (…) Bizim evliliğimiz emanet gelinlik, buruşuk duvak, lekeli bir yapma buketle bir tiyatrodan başka neydi ki?” s.14
“Tepesinden tırnağına insan, toprağının kokusunu taşır.”
“Gönül kuşu doğru yeri yurt edinir. Gönlün sesini duyacak kadar büyüyeceksiniz.” s.15
“Dil en çok yaraya değer, derdin ya Nenanne, öyleymiş…”
“Cümbez, bademler, yusufçuklar, tüm bahçeyi saran asma, pembe cemileler senin gövdenden yeşermişti. Uyandığında bir bakmıştın cümbezin meyvelerinin içinde biz vardık.” s.16
“Masallarında gezdiğimiz diyarlar senin çocukluk anıların mıydı Nenanne? Ben de öyle mi olacağım? Acılarımı kuyulara, korkularımı devlere sarıp uzak diyarlarda mı savaşacağım?” s.21
“Sıcağın kaynadığı bu topraklarda biz diye bir şeyin varlığına inanmanın zor olduğunu öğrendim. Adamı sırtından vuran, insan kisvesine bürünememişler gördüm. Hikâyeler bizi insan yapar. Onların yaydığı zehrin ilacıdır sözlerin. Sen anlat da tenimizden daha çok ısınsın yüreğimiz.” S.74