Dünyayı bir ateştopu iken yemyeşil bir bahar ülkesine dönüştüren Allah’a hamdolsun. Elbette ki onu ateştopu olarak yaratan da O’dur. Bunda şüphe yok. Lâkin cehennem misali bir coğrafyadan cennetasa bir zemine dönüştürme iradesi de o Zât’a mahsustur. Kâinatın zerratı adedince Hamdler olsun O’na!
Gerek ülkemizde gerekse dünya çapında, yeryüzünde son bir ay içerisinde bir hareketlenmedir başladı. Deprem üstüne deprem yaşanıyor. Faylardaki hareketlilik, bu enerji boşalmaları insan hayatına da çoğu zaman olumsuz etki ediyor.
Ülkemiz şüphesiz deprem kuşağında ve faylarla çevrilmiş, -hatta buna kuşatılmış da diyebiliriz- bir coğrafyada yer almaktadır. Bu, bilinen bir gerçek. Bu gerçek bilinmesine rağmen derslerine zamanında çalışmayan tembel öğrenciler gibiyiz. Geçmişten ders almak gibi bir huyumuz ne yazık ki yok!
Bundan yirmi yıl öncesinde Marmara, Düzce, Gölcük, daha sonralarında Van, Bingöl depremlerini hiç yaşamamış gibiyiz. Ya daha öncesinde yaşanan depremler; yitirilen canlar, kaybolan mallar?
Türkiye’nin farklı bölgelerinde her gün deprem olmakta aslında. Ama bunun ancak insan hayatına etkisi bakımından dikkat çekenleri genel olarak ilgi alanımıza giriyor. Diğerleri ise akademik dünyanın incelemesi gereken hareketliliklerdir.
Depremle yaşamak zorunda olan ülkelerin başında Japonya gelmektedir. Japonya’da, şiddeti bizden büyük olan depremler yaşanır ama bizdeki kadar can ve mal kaybı söz konusu olmaz. Bu, neden böyledir acaba, hiç düşündük mü? Daha şimdilerde, bizden sonra Küba’da 7,7 büyüklüğünde deprem oldu. Gelen haberlerde bizdeki kadar yıkımın ve can kaybının olmadığı yönünde. Peki, bu fark neden?
En sıradan bir vatandaştan en yetkili isme kadar, bizde, deprem sonucunda meydana gelen kayıplar hemen kadere bağlanır, deprem karşısınında gücümüzün yetersiz kaldığı itiraf; can ve mal kayıpları konusunda birkaç kelam edilir, sonra biraz da tedbir alır gibi davranılır, sonra günlük işleyiş sıradan bir hâl alır. Deprem hayatımızdan çekip gider. Artık onun adı anılmaz olur.
Olması gereken bu mudur, deprem kader midir, kaderse o kaderde bizim sorumluluğumuz nedir ne değildir?
Her şeyden önce şunu kesin olarak bilmemiz gerekir ki kul diler ve ister, Allah yaratır. Bunu nasıl anlamalıyız? Bu, tam olarak şudur: Kimilerine göre “tabiat/doğa kanunları” denilen “sünnetullah” ya da “âdetullah” dediğimiz “kanunlar” çerçevesinde işler bu kainat düzeni. Yani bu sistem, bir sebebe bağlı olarak işlemektedir. Bu da ne demektir? Bu, nasıl ki hayatın olabilmesi ve devam edebilmesi için su, hava, toprak ve ateş/ısı gibi bileşenlerin olması şarttır, onun gibi eşyanınbir tahammül gücü vardır. O tahammül gücünün aşılmaması gerekir. Aşıldığı takdirde sorumluluk, o tahammül gücünü aşana/kula aittir.
İsterseniz meseleyi biraz daha açalım. İnsanın hayatında barınma en önemli ihtiyaçlarındandır, ihtiyaçlarımızdandır. Barınma ihtiyacımızı elbette farklı yapılarda (çadır, gecekondu, müstakil ev, apartman, rezidans, vb.) giderebiliriz; bu bize kalmış bir şey.
Hayatımızı hangi yapıda sürdürürsek sürdürelim, bilmemiz gereken onu doğayla anlaşmalı bir şekilde yapmamız gerektiği. Bunu öyle yapmamız lâzım ki doğanın tokatını hayatımızın ensesinde bulmayalım. Bu ne demek diyebilirsiniz. Hemen söyleyeyim: Binalarımızı, evlerimizi dere yataklarına, fay hattı üzerine, yığma toprak üzerine, dolgu yapılmış/doldurulmuş zeminlere, yer yer ovalara yaparsak bunun bize birtakım kabarık faturası olacaktır, olmaktadır da! Bahsi geçen yerlere evvelemirde yerleşim yeri kurulmamalı. Başka hiçbir çaresi yok, illaki oraları mesken alanı yapmak istiyorsak onun şartlarına da gereğince uymamız icap edecek. Bunun bize belki de ekonomik olarak faturası biraz kabarık olacak, olsun! Yeter ki daha sonra, deprem olduğunda o faturayı canlarımızla ödemeyelim!..
Meskenlerimizin, yapılarımızın nasıl olması, nasıl yapılması gerektiği hususunda mimarlarımız, mühendislerimiz, jeolologlarımız, deprem uzmanlarımız, kontrolorlerimiz var. Öncelikle zemin etüdü yapılması/yatırılması gerekir. İnşaat için düşündüğümüz alanın inşaat yapmaya uygun olup olmadığının tespiti gerekir. Burada sonuç olumlu ise o zaman inşaat işleminin ikinci aşamasına geçebiliriz.
Bu fizibilite çalışmasından sonra binanın kaç katlı ve kaç daireden müteşekkil olacağı hususu, belediye imar ruhsatı, inşaat/yapı ruhsatı alındıktan sonra inşaat mühendislerinin ve mimarların çizeceği planlar çerçevesinde en sağlam nasıl olacaksa onun tedbirlerini daha baştan alarak inşaatın yapılması ve devam ettirilmesi gerekmektedir. Betonarme bir yapıda metrekare başına diyelim ki 35 kg demir kullanılması gerekiyor. Yapı standartlarında bu böyledir. Ama siz bunu biraz hesaplı yapalım diyerek 25 kg demir kullanırsanız, temeli üç katlıya göre atıp sonra beş altı katlı yaparsanız burada “malzemeden çalma”, insanlık bakımından “alçalma” hatta hayatları söndürme ameliyesi söz konsudur. Bu, diğer malzemeler için de geçerlidir. Deniz kumu kullanmakla normal inşaat kumu kullanmak arasındaki farkın binanın sağlamlığına etkisi de bu konuda göz ardı edilmemelidir.
Bir binayı dünya standartlarında yaptıktan ve depremde meydana gelen hareketliliğin yıkım etkisini ortadan kaldıracak sistemlerle binayı donattıktan sonra depremin neticesini kader olarak değerlendirebiliriz.
İki Cihan Güneşi “Deveyi sağlam kazığa bağla, öyle tevekkül et!” buyurmuşken biz, yapı standartlarına uymadan nasıl oluyor da yıkımları kader olarak deyip sorumluluklarımızı başımızdan atma sevdasına düşüyoruz. Bu dünyda bu sorumluluktan bir şekilde kaçabilmiş olsak da ahirette, o Büyük Mahkeme’de bundan kaçış asla mümkün olmayacaktır.
Her deprem bir derstir, geçmiş derslerimize iyi çalışmamış olsak bile bundan sonraki derslerimize iyi çalışalım. Şu üç günlük dünya için sonsuz bir hayatı/hayatları mahvetmeyelim. Başkasının dünyasının, hayatının mahvolmasına da sebep olmayalım.
İşlerimizi “amelisalih” çeçrevesinde, “sünnetullah” şartlarına en uygun bir biçimde yapalım. Her türlü belâ ve musibetlerden halâs olmuş olarak hayatımızı devam ettirelim.