Kelimelerin anlamını bilmez, kavramların kapsam alanını çizmez ve düşünmezsek ibarelerimiz, anlatmak istediğimizi yeterince ve doğru biçimde anlatmaz; bunun sonucu olarak yanlış ve eksik anlaşılmış oluruz. Sadece yanlış anlaşılmakla kalmaz, başkalarının bu konulardaki görüş ve düşüncelerini yanlış yorumlamış oluruz. Kelime ve kavramların anlam boyutlarını bilmezsek doğrular dünyasında bataklığa saplanır, orada debelenip dururuz. Ne bir kurtaran ne de yardım çağrılarımıza kulak veren, el uzatan olur.
Ekonomik göstergelerin olumsuzluk dağında tırmanışa geçtiği son günlerde, muktedirler ve paydaşları manipülasyon ve aldatmaca ile, devlet ve hükûmet kavramlarını, bile isteye karıştırmak suretiyle büyük bir algı operasyonu içerisine girmiş durumdalar. Hükûmet kavramını devlet ile eşdeğer tutarak sosyal medyada #DevletiminYanındayım hashtagları (başlık) ile halkı “biz ve ötekiler” şeklinde bir kutuplaşmanın içerisine çekmekte, seçmen kitlesini böylece diri tutmanın telaşı içerisine girmektedirler. Gitgide artan ekonomik sıkıntılar, iğneden ipliğe gelen zamlar, vatandaşın, bilhassa asgari ücretlinin ve emeklinin keyfini çoktan kaçırmış durumda. Hâl böyle olunca oylar tehlikede gibi!..
Herkes aynı noktaya, aynı eşyaya, aynı duruma baksa da görülen şey bakış ve yorum farklarından dolayı aynı olmaz, farklılık arz eder. Onun içindir ki son yıllarda hükûmet ve paydaşları tarafından halka sunulan bazı öneriler trajikomik hâllere sebep olmaktadır. “Porsiyonların küçültülmesi, midenin üçte birinin boş bırakılması sünnetinin hatırlatılması, oda sıcaklıklarının bir iki derece daha aza çekilmesi” gibi vatandaşın hayat “konforu”ndan “fedakârlık” etmesinin istenmesi bu trajik önerilerin başta gelenleridir. Vatandaş zaten konforlu bir hayat sürüyor değil. Konforlu bir hayat sürenler yok mu? Elbette var, dün olduğu gibi bugün de var. Vatandaşın “konforu”na(!) onların yetişebilmesi mümkün mü? Böyle durumlarda daima hatırlanan Marie Antoinette neredesin, sen de gel, o tarihî “Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler!” sözünü sen de söyle! Bir sen kaldın, mikrofonlar aracılığıyla vatandaşa “dar zamanda geçinme tavsiyeleri” vermeyen!..
“Güncellemeleri” takip edin
Kişi sevdiğinin kusurunu görmez, derler, elbette öyle. Eskiden bir ürünün fiyatında, bir hizmetin karşılığı olarak verilen ücretin miktarında artış olduğunda bu, “zam” kelimesi ile karşılanırdı, şimdilerde ise sözlüklerden âdeta çıkarılmış vaziyette. Bunun yerine “güncelleme” kelimesi devreye giriyor artık. Benzin istasyonlarında oluşan kuyrukları, arabanın çok oluşuna bağlanması ayrı bir “incelik”(!). Vatandaşın birkaç kuruş için ekmek kuyruklarında sıra beklemesine herhalde ya ekmeğin çokluğuna ya da insanın çokluğuna hamlederler artık. Yol gideceklerin, izler gidenlerindir.
Gelelim o meşhur tartışmaya; devlet ve hükûmet kavramlarının eşdeğer olup olmadığına. İktidar çevrelerinin kullandığı gibi gerçekten devlet ve hükûmet kavramları birbirinin eşdeğeri midir? Yoksa ayrı, apayrı kavramlar mıdır? Bunun cevabını için Güncel Türkçe Sözlük’te (TDK) bakalım, orada bu kavramlara nasıl bir anlam verilmiş, görelim.
Önce “devlet”, kelime gerçek ve mecaz anlamlarda olmak üzere beş farklı anlamda kullanılıyor. Birinci anlam hukuk ve toplumbilimi alanında bir isim olarak “Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık.” demek. En genel olarak kullandığımız anlamı budur devletin. İkincisi, birinci anlamla ilişkili olarak “Bu tüzel varlığın yönetim organları” anlamında: "Devlet hizmetinde epeyce ileride sayılanlardan olsa gerek." (Memduh Şevket Esendal)
Devlet: bir nefes sıhhat
“Devlet” kelimesinin bu anlamlarından başka mecaz olarak “büyüklük, mevki.”, “mutluluk” ve “talih” anlamları vardır. Kanuni Sultan Süleyman, “Muhibbî” mahlasıyla yazdığı gazellerin birinde devleti bu mecaz anlamıyla kullanır: "Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi" Evet, en genel olarak devlet kelimesinin anlamları bunlardır.
Şimdi de “hükûmet” kelimesinin anlamlarına bakalım: Arapça kökenli bir kelime olan “hükûmet”, sözlükte dört ayrı anlamda ve hepsinde de gerçek anlamıyla kullanılmış. Bu, bize şunu gösterir: Hükûmet kelimesi kullanılınca herkes aynı şeyi anlar. Çünkü kullanıldığı alanlarda hep gerçek anlamıyla yer almış. Dört anlamdan birincisi “Bakanlar Kurulu”, ikincisi “Bir ülkenin yönetim kuruluşları”, üçüncüsü “Devlet yönetimi” ve dördüncüsü ise yer adı olarak “Hükûmet konağı”dır.
Bütün bu bilgilerden ve kelimelerin anlam değerlerinden anlaşılacağı üzere devlet ile hükûmet bambaşka tüzel kişiliklerdir. Birbiriyle ilişkilidir ama asla birbirinin eşdeğeri değildir. Eşdeğeri olarak kullanmak, aynı zamanda, tarih, sosyal ve dil açılarından kelimelerin yanlış kullanılması demek olur. Bu da bizi yanlış içinde yanlış yapmaya sürükler. Kelime ve kavramları yanlış anlamlarda kullanarak dili özensiz kullanmış, Türkçemize kastetmiş oluruz.
Meseleyi bir benzetmeyle biraz açacak olursak, devlet araç, hükûmet o aracı kullanandır. Devlet, “ebet-müddet” içerisinde devam eder, hükûmetler ise belli bir süreliğine vatandaştan aldığı oy ve yetkiyle göreve gelir, vatandaş beğenmezse yine seçimle gönderir.
Devlet araba ise hükûmet şofördür. Şoför hem arabayı dikkatli bir şekilde kazasız belasız kullanmaya hem de arabanın bakımını görümünü en güzel şekilde yapmaya mecburdur. Çünkü bu asli görevlerindendir. Arabanın vatandaşa iyi ve konforlu bir hizmet verebilmesi, sunabilmesi en çok da şoförün liyakati, becerisi ve bilgisine bağlıdır. Başka bir ifadeyle devlet at, hükûmet ise küheylandır; at sahibine göre kişner, yol alır. Atın yol alma biçimi âdeta mı, tırıs mı, rahvan mı, kenter/eşkin/link mi ve marş mı olduğu onun binicisine, binicisinin kabiliyetine bağlıdır.
2017 yılında yapılan anayasal değişiklikle parlamenter sistemden cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçilmiş olması da devlet ve hükûmet kavramlarının eşdeğer kavramlar olmasını gerekli kılmaz. Devlet ve hükümet kelime ve kavramlarının aynı anlama gelmesi ve aynı şeyi ifade etmesi söz konusu olamaz. Bu sistemde de devletin yapı olarak bir süresi söz konusu değil; o “ebet-müddettir”, hükümet ise yasalar çerçevesinde belli bir süreliğine işbaşındadır.
Hizmetkâr kim?
Gazeteci Resül Cengiz’in devlet ve hükûmet ayrımına dair sosyal medya hesabından paylaştığı şu hususlar dikkat çekici olduğu kadar apayrı bir güzelliğe sahip. Gazeteci Cengiz, devletin de hükûmetin de vatandaşına en güzel biçimde hizmet verme ödevinde olduğunu hatırlatan paylaşımında şöyle diyor:
“Bırakın hükümeti devlet bile sizin hizmetkârınızdır. Siz hizmetkârınıza, "hizmetkârım beni ister döver ister sever" diyebilir misiniz? Böyle şey aklınızdan bile geçmez. Hizmetkârın tek görevi efendisine-patronuna en iyi şekilde hizmet etmektir. Sizin göreviniz ise ona hak ettiği ücreti-vergiyi ödemektir. Hizmetkâr size değil, siz ona hesap sorabilirsiniz. Hani bazı siyasetçiler söze geldi mi diyorlar ya "size hizmet etmeye geldik..." Bir hizmetkâr size hizmeti tam etmediği gibi kendisine emanet edilen evin eşyasını çalıyor, başkasına satıyorsa onu işten çıkarıp hesap sormak hakkınızdır...” Evet, işin bir boyutu sayın Cengiz’in ifade ettiği gibi.
Meselenin bir başka boyutu ise şudur. Yukarıda da değinildiği gibi devletin kalıcı, hükûmetlerin ömrünün süreli oluşu, devlet aygıtının da esasen vatandaşın daha özgür, daha mutlu, haklardan yararlanmada ve ücrette daha eşit ve hakça hizmet almasını sağlaması gerektiği hususu asla akıldan çıkarılmamalıdır. Şeyh Edebalı’nın “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” sözünde ifadesini bulan anlayışın devlete hâkim olması ve böylelikle devlet aygıtının da millete eşit bir şekilde hizmet vermesi için hükûmetin adil bir düzenleme içerisinde olması şarttır.
Evrensel hukuk ve ulusal anayasa ve yasalardan doğan haklarını eşit bir şekilde kullanan hiçbir vatandaş devletin karşısında olmaz, olamaz. Buna gerek de duymaz zaten. Ha, kullan(dırıl)amayan da karşısında mı, hayır!.. Ama onunki bir hak arayışıdır; bu arayış belli çevrelerce devletin karşısındaymış gibi gösterilebilir. Meseleye vakıf olmayanlar da bu yanlışa kanabilir, aldanabilir. İşin doğrusu, devlet vatandaşına hak ve hukukta, muamelede eşit davrandığı takdirde hiç kimse devletin karşısında konumlanmaz.
Bir de şu var: Belli bir süreliğine devlet aygıtını kullanma yetkisiyle iktidara gelmiş olan siyasi grubu herkes beğenmek, alkışlamak zorunda değildir. Ona taraf da olabilir, onun karşı tarafında da bulunabilir. Bu, demokrasinin bir gereğidir. Eğer demokrasinin varlığından dem vuruyorsak bu, sevmediğimiz fikirlere karşı da tahammül etmeyi gerekli kılar. Demokrasi çoğunluğun değil, asıl azınlığın hakkını korumaktır diye boşuna dememişler. Evet, azınlığın, sevmediğin bir düşüncenin varlığına saygı duyacaksın ki sana demokrat diyebilsinler!..
Devletin varoluş sebebi
Hukukçu şairlerimizden Hüseyin Hatemi, katıldığı bir toplantıda yaptığı konuşmada devletin varlığı ve varoluş sebebi konusunda şunları kaydeder. Hatemi Hoca, “Devlet kutsal değildir. Çünkü devlet diye zaten gerçek kişiler gibi ayrı bir varlık yoktur, ama devlet örgütü, hukuk devletini gerçekleştirebiliyorsa, bu zorunludur ve saygındır.” diye bir tespitte bulunduktan sonra “Devlet nedir?” sorusuna “Devlet insan haklarını sağlayan merkezi iktidardır. Yoksa devlete ihtiyaç yoktur, eğer zalim bir yönetim olacaksa, zulme niye itaat etmek gereği olsun?” diyerek devletin asıl varlık ve varoluş sebebinin vatandaşlar arasında hukuk kurallarına yaslanarak adaletle iş gör(dür)mesi, her türlü haksızlığa ve hukuksuzluğa da engel olmasıdır.
15. yüzyılda yaşamış olan gönül sultanlarından Şeyh Ali Semerkandî bakınız ne diyor, bir kulak verelim: "Adalet bütün erdemlerin başıdır.”, "Yeryüzü ve gökler adalet sayesinde ayakta durur." Bu husus, çok önemli. Hz. Ali (radıyallahu anh) de “Devletin dini adalettir.” Buyururlar. Bu sözlerden anlıyoruz ki devletin canı ve kanı, yolu yöntemi adalettir.
Hükûmetler de devlet erkini, gücünü vatandaşın huzur ve mutluluğu, hak ve özgürleri için kullanmalıdır. Hükûmetlerin vatandaşa eşit muamelede bulunması şarttır; o böyle davranma konusunda, sadece kendisine oy verenlere değil, devletin bütün vatandaşlarına karşı sorumludur.
Güven problemini üreten kim?
Devlet ve toplum meselesinde ise şair, dergi yöneticisi, müşavir, müfettiş Ebubekir Eroğlu “Muğlak Ölçekli Harita” adlı eserinde “Türkiye’de devletin topluma bakışı güvensizlik telkin etmekle yaralanıyor. Toplumun geçmişi ve uygarlığının halihazır yaşama biçimi içinde ürettiği çözümler yal ilgisizlik konusu kalmaya mahkumdur ya da yeni kavganın sebebi. Bu durum, güven duygusunu örselemiştir.” diyerek büyük bir yaraya parmak basmaktadır. Tam demokratik bir cumhuriyet olunduğunda ülkenin bölünebileceğine yönelik korku senaryolarının üretilmesine kuşkuyla yaklaşan Eroğlu “Bölünme sendromundan bu derece çalkalanan Türkiye’de toplumdaki çatlaklığın giderilmesine gereken özen gösteriliyor mu?” diye sorduktan sonra “Yoksa bunun tersi mi oluyor; yani, sürekli iç düşman icat ederek yarılmaya, çatlamaya ve bölünmeye adaymışız gibi göstermek suretiyle küçük iktidar adacıklarına meşruiyet mi sağlanıyor?” sözleriyle meselenin derinlemesine düşünülmesi gerektiğinin altını çiziyor.
Hülasa, devlet, uzun soluklu olarak, vatandaşın özgür ve güven içerisinde, hak ve adaletle hayatını devam ettirmesinde bir araç ve ortam; bu yönüyle de vatandaşına hizmetkâr, hükûmet de yasalar çerçevesinde belli süreliğine vatandaşın oylarıyla seçilip ülkenin vatandaşlarının günlük işlerinin daha iyi ve düzenli yürütülmesi için devlet erkini/gücünü/aygıtını belli süreliğine vatandaşa eşit olarak hizmet sunan bir yapıdır. O da bu yönüyle vatandaşın hizmetindedir. Devlet ve hükûmet adamları da vatandaşın vergileriyle maaşını alan hizmetkârlardır.
Hizmetkâr da vatandaş da uluslara arası hukuk, anayasa ve yasalar çerçevesinde hak ve vazifesini en iyi şekilde bilir ve yaparsa birçok mesele kökünden halledilmiş olur. O zaman hiç kimse kendisini ne devletin ne de hükûmetin karşısında konumlandırır. Buna gerek ve ihtiyaç da yoktur zaten. Vatandaş olsa olsa hakkını almak, sistemin hakça işlemesini sağlamak için yetkilileri uyarıcı sözler içeren açıklamalarda bulunur. Olumlu davranış ve uygulamaları alkışlamak, olumsuzlukların giderilmesi noktasında bazı hatırlatmalarda bulunmak esasen devletin hep yanında olmak demektir. Zira eleştirilemeyen yönetici hata yapma ihtimaliyle karşı karşıyadır. Öte yandan, devlet aygıtını kişisel ve dar bir çevrenin hegemonyası olarak algılayıp kendisi gibi düşünmeyenlere karşı haksızlıklarda bulunmak uzun vadede asıl ve tam olarak devletin karşısında konumlanmaktır. Devlete de en büyük zararı da bu anlayış verir. Vesselam!..