Hep bir koşuşturmaca içeresindeyiz, dur durak bilmeden, ara vermeden. Hep gidiyoruz bir yerlerden bir yerlere. Bizden nice parçalar kalıyor ayrıldığımız yerlerde. Yaşanmışlıkları hepten taşımak mümkün mü? Onlar öyle ağır bir yük ki hepsini taşımaya imkân olsa bile buna güç yeter mi? Bir yerlerden kalkıp geliyoruz, gidiyoruz bir başka yerlere.
Hep bir göç hâlindeyiz; bebeklikten çocukluğa, çocukluktan gençliğe, gençlikten olgunluğa, yaşlılığa, ileri yaşlılığa. Ömrümüz nereye kadar vefa eder, bu bilinmez. Dünyadan dünyaya göçümüzün rotası böyle. Bir de bu göçlerin kendi içlerinde göçleri var ki bunlar da hallerden, duygulardan hâllere, duygulara yaptığımız göç. Çok defa bunlar dikkatimizde bile değildir. Nereden kalkıp nerelere gidiyoruz bu da önemli.
‘Göç göç oldu göçler yola dizildi’
Her yolculuk bir göçtür bir bakıma. Dünya içi göçün yanı sıra dünyalar arası göç de söz konusudur. Aslında o göç, bizim büyük fotoğrafı görmemizi sağlar. İlk yaratılışımız ruhlar âleminden rahm-ı madere, oradan dünyaya, dünyadan berzaha, berzahtan da ukbaya, ahirete varan bir göç hâlindeyiz. Göçlerin her birinin kendine mahsus sesleri vardır. O sesleri notalara almak mümkün müdür, notaların imkânları buna yeter mi, bilinmez.
Her ayrılık beraberinde bazı acıların yaşanmasına sebeptir. “Severek ayrılmalar” söz konusu olsa bile bu böyledir. Dedim ya, yaşanmışlığı bırakıp gitmek, candan, ruhtan bazı şeyleri bırakıp gitmek değil midir? Bizden bir parça olan, bizden bir uzvun, parçanın ayrı düşmesindeki acıyı vermez mi? Acı veren dertler, ıstıraplar, elemler, kederler, beraberinde feryat ü figan etmemize, yanık türkülerle ses vermemize sebep değil midir? Bu göçlerden birinden birine geçerken yaşanan, çekilen acılarımızı bazen yanık bir türkü, hicranlı bir sanatkârın diliyle ses verir de dinleriz onları içimize korlar savrula savrula: “Göç göç oldi, göçler yola dizildi/Uyku geldi, ela gözler süzüldi, oy oy süzüldi/ Üç gün oldi elim yârdan üzüldi, anam üzüldi/ Ağam nerden aşar yolu yaylanın oy oy, yaylanın anam yaylanın!..”
‘Durun kalabalıklar’
Yürürüz yol, cadde boyunca. Herkes yürür, herkes herkesle birlikte yürür. Ama bu yürüme tek kişiliktir. Kalabalıklar hâlinde yürümüş olsak bile yürüyüşümüz yalnız kendimizledir. Çünkü hepimiz farklı bir âlemin sakinleriyiz, bu yürüyüşte o âlemin temsilcisi olarak bulunuruz. Yürürken ortak birtakım hâlleri yaşasak, düşünceleri seslendirsek bile gerçekte biz sadece kendimize; aklımıza, yüreğimize çarpan ses dalgalarını duyar onları onlarla seslendiririz. İşte toplum olarak geleceğe yürürken bazı yanlışları görerek içimizdeki sesin içimizde kalmasını istemez de şöyle duya duya, doya doya, ruhumuzu daraltan o yanlışların her birini tek tek atarcasına haykırmak isteriz. Tam da bu demde Üstat Necip Fazıl o iç sesimize, “Destan”ı, “Kaldırımlar”ı ve “Zindandan Mehmet’e Mektup” adlı şiirlerinin dizeleri ile ses olur:
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak/ Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak/ Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden/ Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden”. Bu haykırışın arka planı “Gaiplerden bir ses geldi: Bu adam,/ Gezdirsin boşluğu ense kökünde!” dizelerinde gizlidir. Yeter mi bu haykırış, hayır yetmez! Üstadın sesi bu kez ses zindanlardan gelir: “Ana rahmi zahir, şu bizim koğuş/ Karanlığında nur, yeniden doğuş.../ Sesler duymaktayım; Davran ve boğuş!// Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!/ Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!” Kişinin aklı, kalbi, fikri aydınlıksa, nurlarla donanmışsa o kapkaranlık zindanların karanlığının hükmü nedir ki? “Gözünü kapayan, gündü kendine gece yapan” içindir zindan karanlığı. Üstat Kısakürek’e göre zindanlar, yeni bir hayatın başlangıcı, yeni dünyanın mayalandığı nurlu yerlerdir. Bundan dolayı da devasa kametlerin zorluklar karşısında sabırla ayağa kalkması gerektiğini de öğütleyerek o mecraların sesi soluğu olur.
‘Duyulmayan Sesler’
Şairler, ozanlar ses avcısıdır, onlar doğanın içindeki farklı farklı sesleri bulup çıkarmaya çalışır. Fotoğrafçı farklı açılardan anları yakalayan insandır, ressam o açıyı hayalleriyle süsleyerek bize sunan gerçek bir sanatkârdır. Ressamın emeği, fotoğrafçıdan daha fazladır bir resimde. Çünkü ressam hem açıyı hem de hayalini çalıştırır hem de renkleri birbirine katıp karıştırarak yeni bir renk edebilme çabası içerisindedir.
Türk edebiyatının akademik sahasının önemli isimlerinden “hocaların hocası” Mehmet Kaplan, Mayıs 1979 tarihli Hareket dergisinde, “Duyulmayan Sesler” başlıklı, o dönem yeni yayınlanmaya başlanan, yıllar içerisinde, büyük hacimli, altı cilt olarak tamamlanan Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nin tanıtımı maksadıyla bir yazı yazar. Kaplan, yazısında ansiklopedinin içeriğine dair, halk şairlerinden Gevheri’nin hayatının yanı sıra “Cemalin bağında seyran eyledim” dizesiyle başlayan şiiri özelinde ayrıntılı bilgiler verir. Şiirin musikisi bağlamında dile getirilen “gonca sesi, gül sesi, ayva sesi, turunç sesi, nar sesi, zenci sesi, Mansur sesi, dâr sesi” sözlerin oldukça yeni ve dikkate değer, orijinal söyleyişler olduğunu ifade eder. Gevheri şiirinde bu seslerden başka olarak “Dost ele alınca tir ü kemanı/ Gör nice eyledi divane beni/ Gördüm âşıkların, tutulmuş cihanı/ Efgan sesi, girye sesi, zil sesi” diyerek aşıkların dertlerine ses olmaya çalışır.
Beni soran sesler
Akşam olmuş güneş çekilip gitmiş, giderken ışıklarını da beraberinde götürmüştür. Bazı vakitler Ay, o ışıkları emaneten bize ikram ederek ışık sakiliği yapsa da bu her zaman mümkün olmaz. Olsa da istenilen ölçüde olmaz. Ay’ın ışık sakiliği bize farklı zaman dilimlerinde farklı duyguları yaşamamıza vesile olur, içimizdeki o seslerin farklı bir şekilde terennüm edilmesine vesile olur. İşte belki hilalli belki de mehtaplı gecelerde uykumuzu bölerek Ahmet Kutsi Tecer’leyin bir ses çağırır ve sorar bizi: “Nerdesin?” Bu sesi duyar duymaz içimize bir ürperme, ürperti kaplar. O sese yabancı değilizdir belki, hatta o sese âşık olma derecesinde âşinalığımız da söz konusudur. O ses bizi her an ve her yerde takip eder. Bir an olsun kendimizden, kendiliğimizden geçecek olsak hemen kulaklarımızda, beynimizde yankılanır o ses: “Nerdesin?” Ecel vade erince o ses bizi çağırır bu kez nerede olduğumuzu sormaz, sadece çağırır ve “Gel” der. Bütün sevgileri atıp bütün varlığımızı ona vererek o çağrıya uymak isteriz. Yeter ki o ses bize “Gel” diye ses versin! İstemez miyiz o sesin, Hz. Musa’ya Tur Dağı’nda seslendiği gibi Yüce Mevlâ’nın çağrısı olsun!
Yüce Mevlâ’nın çağrısı, her türlü çağrının üzerindedir. Onun rızası da her türlü rızanın, razı olmaların. Çünkü O Vâfî’dir; kullarına karşı çok vefalı ve merhametlidir. Onun kullarında ise vefadan eser yoktur. Rıza Tevfik Bölükbaşı da ses verir insanoğlunun bu hâlini kuşlar aracılığıyla: “Uçun kuşlar uçun, burda vefa yok/ Öyle akarsular, öyle hava yok/ Feryadıma karşı aks-i sada yok/ Bu yangın yerinde soğuk kül vardır” Vefanın, suyun, havanın olmadığı yerde yaşamak mümkün mü? İşte insan, orada olsa olsa soğuk bir kül yığınından ibaret kalır. İnsan bu dünyadan göçünce öyle bir yığını da olsun kalır mı buralarda acaba?
Yaşadıklarımız bizi bazen çok etkiler. Altı yönden kuşatıp üstümüze üstümüze gelir. Bu kuşatmaları bir dostla, bir yârenle, hâlimizi anlayacak bir yolcuyla paylaşmak isteriz. O yolcu dinlenmiş menzili maksuduna varmak için kalkıp gitmek ister. İstemesine ister ama bizim bir yüreğin kârı olamayacak ağırlıktaki paylaşacağımız elemlerimiz vardır. Bundan dolayı Üstat Mehmet Akif’in dili ve sesiyle “Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım/ Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım” der iki büklüm oluruz hâlden hâle girerek.
‘Adalet gecikmez, tez verilmeli’
Gitme dese de yolcu yolunda gerek. Gidilmesi gerekiyorsa gidilecek. Bakınız bunu ben söylemiyorum. Kurtlar, kuşlar, türlü hayvanlar dile gelip söylüyor. Nerede mi tabii ki Göç Destanı’nda. Uygurlara ait bir destan olan Göç destanının özü değerlerin, kutsalların elden çıkarılmasıyla ülkede huzur ve asayişin, bereket ve üretimin ortadan kalkacağını ve türlü nimetler bakımından kıtlıklar ve susuzluklar yaşanacağını ortaya koyar. Destan’a göre, Uygur prenslerinden Gah Tekin ile Kiu Lien evlenir. Bu izdivaçta Çinliler, bolluk ve bereketin, değerlerin sembolü Kutlu Kaya’yı isterlerler. Kağan da yanlış bir kararla Çinlilerin bu isteğini yerine getirir. Ondan sonra ülkede kıtlık, susuzluk, arazilerde ürünsüzlük baş gösterir. Bütün bu olanların üzerine, ülkedeki canlı-cansız, evcil-yaban, çoluk-çocuk, soluk alan-almayan her ne varsa bir ağızdan “Göç!… Göç!…” diye çığrışmağa başlarlar. Bunun üzerine Uygurlar yurtlarını, yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere göç ederler.
Destanlar nesilden nesile aktarılan halk anlatımlarıdır. Orada yaşananlardan dersler alınması için anlatılır bütün bunlar. İşte bir toplum için en kutsal, en önemli olanlar oradan kaldırılınca ülkenin ne hâle geldiğini tarih bize ses vererek anlatıyor. Sesi işitmek, anlamak, anladığını kavramak gerekiyor. Toplumun en önemli kutsalların başında adalet gelir. Adaleti yok ederseniz o ülkede, toplumda her şeyi yok etmiş sayılırsınız. Başka kutsallar dile pelesenk edilmiş olsa bile bunların o kadar ehemmiyeti yoktur. Dinleyiniz, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu “öte”lerden “Adalet tez verilmeli!” diyerek ses veriyor:
“Ekmek, su, aş bulmak gecikebilir.
Temele taş bulmak gecikebilir.
Devlete baş bulmak gecikebilir.
Adalet gecikmez tez verilmeli.”
Duyalım, dinleyelim, gereğini yapalım. Daha çok geç olmadan!..