ÖĞRETMEN OLUNMAZ, ÖĞRETMEN DOĞULUR
Konu, çektikçe uzuyor, farkındayım. Fakat uzatmakla yanlış bir iş yapmış olduğumu düşünmüyorum. Çünkü gerçekten enine boyuna masaya yatırılması gereken sancılı bir hastaya el atmaktayım. Bir insan, bir yurttaş, bir baba, bir öğretmen olarak ve yıllarca eğitim görmüş eski bir öğrenci olarak; dinî bilgilerden biraz haberdar bir Müslüman olarak eğitim konusunda bazı şeyler söyleme hakkımın bulunduğunu da bunun görevim olduğunu da biliyorum. Birey ve toplum adına çok büyük bir önem taşıyan eğitim konusunda daha doğruya, daha iyiye varılmasına katkı sağlamaktan başka ne amacım olabilir ki? Şayet sizler de eğitim ile ilgilenmenin önemine inanıyorsanız, söylediklerimi, söyleyeceklerimi değersiz bulmayacağınıza inanmaktayım.
Eğitimin baş rol oyuncularından öğretmenler hakkında bazı düşüncelerimi arz etmeye çalışıyorum. Bu sahnede öğretmenlerin yanı sıra; öğrencilerin, velilerin, devletin, mahallenin, medyanın, sanatın, aydınların da önemli rolleri bulunmaktadır muhakkak. Önceki yazılarımda onlar hakkında da bazı lâflar ettim. Vaktim ve ömrüm olursa o konuları özel olarak ele almak isterim. Fakat baş rol öğretmenlerin olunca, kendilerine öncelik tanımak zorundayım.
Şimdiye kadar yazılarımda, çeşitli alıntılar da sunarak öğretmenlerin, toplum hayatımızda çok büyük önemlerinin, görevlerinin, sorumluluklarının bulunduğunu arz ettim. Öğretmenin, bu mesleği sevmesinin şart olduğunu belirttim. Sorumluluklarının bilincinde olması ve yaşam şeklini de buna göre düzenlemesi gerektiğini, bilgi donanımının eksiksiz olması gerektiğini, yüreğinin sevgiyle dolu olması gerektiğini, örnek bir insan, örnek bir yurttaş, örnek bir özveri âbidesi olması gerektiğini dile getirdim. Mâneviyattan yoksun bir insanın, ahlâkî sorunları bulunan bir kimsenin, kendisi için yaşayan bir bireyin, nefsine ve duygularına yenik bir ferdin iyi ve başarılı bir öğretmen olamayacağından söz ettim. Önceki yazılarımı okuyanlar, görmüşlerdir efendim. Ancak, “Kimler öğretmen olmalıdır? İyi bir öğretmen nasıl olmalıdır?” sorularının cevapları, elbette bir iki sayfalık bir iki yazıyla verilemez. Bu yazımda da konuya devam edeceğim.
Şu sözü çoğunuz duymuşsunuzdur: ÖĞRETMEN OLUNMAZ, ÖĞRETMEN DOĞULUR.
Hayır. İlk bakışta doğru gibi görünen bu söz şöyle düzeltilmelidir: ÖĞRETMEN OLMAK İÇİN ÖNCE ÖĞRETMEN DOĞMAK GEREKİR. Her mesleğin gerek fizikî yapı, gerek zekâ seviyesi, gerek yetenek, gerek cinsiyet, gerek yaş vb. bakımlardan şartları, gereklilikleri vardır. Örneğin fizikî yapısı elverişli olmayan bir insan, hamal veya amele olamaz. Yeteneği bulunmayan bir insan, müzisyen veya ressam olamaz. Bilgisi, tecrübesi ve hattâ yaşı uygun olmayan birisine yöneticilik yaptırmaya kalkarsanız, mutlaka olumsuz gelişmelerle karşılaşırsınız. Bilgi ve zekâ seviyesi düşük bir kimseyi bir laboratuvarda görevlendirirseniz, o tesisin havaya uçtuğuna şahit olabilirsiniz. (Havayı biraz yumuşatayım J: Kendilerine yöneticilik görevi verdiklerimiz duymasınlar ama herkes her poku yiyemez yani.) Kurbağanın kurbağa, ineğin ise inek olduğunu hepimiz biliriz ve ineği inek, kurbağayı kurbağa olarak kabul eder, severiz. Bunu aslında kendileri de bilirler. Hiçbir akıllı kurbağa da fıkradaki kurbağa gibi inek olmaya kalkışmaz. Durum böyleyken, birileri inek sanıp kurbağadan süt sağılabileceğini umarsa da hepimiz güleriz. Yani öğretmenlik yaptırılacak kişilerde öğretmenliğe özgü bazı niteliklerin bulunup bulunmadığına özellikle bakmalıyız. Bu niteliklerin belki de en başında, “yetenek” gelmektedir. Yetenek ise Yaratıcımız’ın takdiriyle doğuştan getirdiğimiz bir özelliktir. Elbette geliştirilebilir ama hiç kimse Allah’ın kendisi için belirlediği kapasiteyi aşamaz. Evet, herkes öğretmen olamaz. Olmamalıdır. Derin bilgilerine, inkâr edilemez iyi niyetlerine rağmen mesleğinde başarılı olamamış nice öğretmenler tanıdım ben. İyi insan olmak ve çok bilmek ayrı bir şeydir... İyi öğretmen olmak, iyi öğretebilmek ayrı bir şey. Öğretmen olabilmek için, öğretmenlik yeteneğiyle doğmuş olmak bir ön şarttır. Okuyucularım, hatırlayabildikleri bütün öğretmenlerini şöyle bir gözlerinin önüne getirsinler ve onları birbirleriyle mukayese etsinler, bu gerçeği göreceklerdir. Ben, beni cebir dersinden soğutan bir Aysel Öğretmenimi de fizik dersine beni âşık eden Semahat Öğretmenimi de çok net bir şekilde hatırlamaktayım. Kısa tarafından bir fıkra anlatayım sizlere:
Cezaevi koğuşunda sekiz on mahkûm, vakit geçirmek için zaman zaman birbirlerine bildikleri fıkraları anlatıyorlarmış. Ama takdir edersiniz ki bildikleri ve dolayısıyla anlattıkları fıkralar belirli sayıdaymış. Bir gün içlerinden biri bir teklif atmış ortaya: “Yahu arkadaşlar, anlatıyor anlatıyor hep aynı fıkraları anlatıyoruz. Ve hepimiz de bu fıkraları ezberledik artık. Uzun uzun anlatarak kendimizi yormayalım. Her fıkraya bir kod numarası verelim, fıkra anlatmak isteyen numarasını söylesin, hepimiz gülelim.” Teklif güzel bulunmuş ve uygulamaya geçilmiş. Bilmem ne kadar zaman sonra aralarına yeni bir mahkûm verilmiş. Yeni gelen, diğerlerinin bu uygulamasını birkaç gün izledikten ve sayıların arkasındaki fıkraları bilmemekle beraber o da onlarla birlikte her fıkraya güldükten sonra ortaya çıkıp; “Arkadaşlar, ben de bir fıkra anlatabilir miyim?” diye sormuş. Fakat, hangi sayıyı söylediyse söylesin, ötekiler gülmemişler. Şaşkın bir yüz ifadesiyle sebebini sorduğunda, içlerinden biri cevaplamış: “Kardeşim, anlatmadan anlatmaya fark var!”
Evet efendim, anlatmadan anlatmaya fark var. Herkes sakız çiğner ama Roman Kızı tadını çıkarır. Öyleyse, tadını çıkararak sakız çiğnemesini istiyorsak, kimin Roman Kız olduğunu en başından doğru belirlemek gerekir, değil mi efendim? Ancak bu da yetmez; sonrasında da sakızı patlatması, çıtlatması takip edilmelidir. Bu husus da çok önemlidir. Öyle ya, Roman Kız, zaman içinde melekelerini kaybetmiş olabilir, sakız çiğnemekten usanmış olabilir. O takdirde, vakit kaybetmeden Roman Kız’ı çamaşırhaneye yollayıp çamaşır yıkama işinde görevlendirmek lâzım gelir. Tabi bu arada Roman Kız’ın ihtiyacı olan şeylerin de eksiksiz karşılanması gerektiği unutulmamalıdır. Yoksa “Yerim dar. Oynayamam.” demeye başlar haklı olarak. Ek işler bulmaya, rüşvet almaya veya “adam sende”ciliğe başlar, “Ben mi doğurdum!” demeğe başlar. Ayrıca, Roman Kız’ı köleleştirmemek, robotlaştırmamak; sakızı istediği gibi, tarzına uygun bir şekilde şaklatabilsin diye biraz muhtariyet vermek, kendisini biraz özgür bırakmak gerekir. Sözü Roman Kız’a gereken saygının gösterilmesine de getirmek istiyorum ama asıl konumdan uzaklaşmış olmamak için bu son hususları sonraki yazılarıma bırakacağım.
Demek ki öğretmen olabilmek için ön şart; yetenek’miş. Amaaaaa...
Amaaa kimin öğretmen olacağını, gûyâ halk adına belirleyen devlet ne yapıyor? Hemen söyleyeyim: İşin içine yapıyor!
Haydi bir zamanlar, eczacıları, iktisatçıları, ziraatçıları, manavları, kasapları öğretmen olarak atamalarını şimdilik dile getirmeyeyim. Abi, sınavla öğretmen alıyor devlet! Sınavla! Hem de test sınavıyla yahu! Bundan daha büyük bir hamâkat, bundan daha büyük bir cinayet olabilir mi dostlar! Sınavla da değil, çoğu zaman siyasî partilerin hazırladıkları listelerle... Sınavın gerekliliğini inkâr etmiyorum fakat öğretmenlik mesleğinde yetenek faktörü hiç hesaba katılmıyor! Ortaöğretim, hattâ ilköğretimden itibaren o kurumlarda yapılması gereken tespit ve değerlendirmeler sorulmuyor. Yuh be! Yetkililerin iyi niyetli olanları dahi, “Herkesin yeteneği vardır. İsterse herkes her şey olabilir.” terânesi tutturmuş gidiyorlar. Herkes her şey olabilir mi? Nah olabilir! Öğretmen olabilmek için önce öğretmen doğmuş olmak gerekir kardeşim. Öğretmen doğmuş olmak! Çalışmak, öğrenmek, kendini yetiştirmek, mesleği sevmek gibi diğer özellikler ondan sonra gelir. İlerki yazılarımda öğretmen liseleri ve eğitim fakülteleri (ki onları tekrar ‘eğitim enstitüleri’ne dönüştürmek gerekir) konularına da gireceğim inşallah. Hey gidi devlet hey, her şey kâğıt üzerinde ne kolay değil mi? Oysa bu zıkkım, şişede durduğu gibi durmuyor ki!
Yıl 1976. Uşak ilinin küçük bir ilçesinde yeni göreve başlamış istekli, aşklı şevkli ve tabi yakışıklı (öhö öhhöö!) bir öğretmenim. Derslerine girdiğim lise ikinci sınıflardan bir öğrencim var. (Adını Feridun olarak değiştireyim de tanınmasın.) Babası ve annesi, aynı okulda müstahdem olarak çalışıyor. İkisi de çok iyi bir adam ve çok iyi bir kadın. Hâliyle çocukları da çok iyi, sessiz sedâsız bir delikanlı. Fakat hem kapasitesi biraz kıt, hem de gayreti. Yıl sonuna ulaştık. Diğer derslerdeki durumunu şimdi hatırlamıyorum ama benim dersimden bütünlemeye kaldı Feridun. Anası babası müstahdem ya ve ben bu çocuğu seviyorum ya... bütünleme sınavından birkaç gün önce evlerine vardım; yapacağım sınav hakkında kendisine bilgi aktardım. Bu arada, çalışmalarına örnek olsun diye 30-40 soru verdim. Normal midir bu, normal. Belki anormal olan, sınavdaki soruların büyük bir kısmını Feridun’a verdiğim örnek sorulardan seçmem idi. Öyle yaptım, evet. İyi ki öyle yapmışım; Feridun bütünleme sınavında 3,5’tan 5 aldı da sınıfı geçebildi. (Tam not, 10 idi o yıllarda.)
Şimdi sıkı durun! O yıl ben o okuldan ayrılmıştım. Aradan dört ya da beş yıl geçmişken, İzmir Buca’da bu yakışıklıyla karşılaştım. Selâm kelâm... Bana karşı yıllar önceki saygısından hiç eksilme olmamıştı; sağ olsun. Ne yapmakta olduğunu ve Buca’da ne aradığını sordum kendisine. Hiç beklemediğim bir cevap verdi: “Hocam, ben öğretmen oldum.” Dilimi yutmadım tabi ama çok şaşırmıştım. Bu defa ne öğretmeni olduğunu sordum. “Matematik.” demesin mi! Nutkum tutuldu. Neden sonra; “Yahu Feridun, senden öğretmen olur mu kardeşim!” sözü çıktı ağzımdan. Şaşkınlık yaşamadı. Boynunu büktü biraz. Ve anlattı: Bu delikanlı Ülkü Ocakları’na kayıtlı imiş. O çevrenin hazırladığı isim listesine kendisinin de adı yazılmış ve eğitim fakültesine kayıt edilmiş. Mezun olduğunda ise atanmak için bakanlığa müracaatta bulunmuş hâliyle. Tam o sırada bir hemşehrisi, İzmir Buca Lisesi’nin müdürüymüş. Ayar kayar yapılmış ve o liseye matematik öğretmeni olarak tayin edilmiş. Sustum kaldım. Dedim ya nutkum tutulmuştu. Allah’tan ki sözlerini şöyle tamamladı da biraz rahatladım: “Hocam, tayinim yapıldı ama ben derslere girmiyorum henüz. Pansiyonda belletici öğretmen olarak görevlendirilmekteyim.” Buca Lisesi’nin pansiyonu vardı ve parasız yatılı hakkı kazanan öğrenciler orada yatılı kalmaktaydılar. Kendisi, Uşak’ın güzel bir ilçesinde yaşamaktadır. Çok önceki bir tarihte emekli olmuş bu Feridun Öğretmen ile hâlen irtibatım sürmektedir.
Öğretmenlerimizin arasında, öğretmen doğmamış ve tabiidir ki öğretmen olamamış böyle nice insanlar var. Arz ederim. Selâmun aleyküm! Vesselâm.
R. Serdar Özmilli