Selamların en güzeliyle…Eşimle birlikte iki günlük Adana’nın Karaisalı ilçesi Altınova Köyü’nde ve iki günlük de Hatay’ınilçeleri İskenderun ve Belen ziyaretlerimizin ardından yine bir başka ziyaret için bugün Kilis’e doğru yola çıktık. Güzel ülkemizin bereketli toprakları olan Çukurova ve Amik Ovaları ile Toros Dağları ve Amanos (Nûr) dağları üzerinde ikamet eden tanıdıklarımızla çok güzel dostlukları yaşadıktan sonra yola devam ettik. Çukurova ve Amik ovalarımızın geniş tarlalarında alın teri ile ve modern metotlarla yetiştirilen sebze, meyve ve kültür bitkilerinin hasadını seyrettik. Toroslarda ve Amanoslarda 2020 yılı 27 Ekimi’nde, bir anda ve birçok yerde aynı anda başlayan yangının neticesinde 10 binlerce hektar alanları kaplayan ormanlarımızın yanmış hâlini de üzüntü ile seyrederken“Fidanlarımızı yakmayalım.” düşüncesini dile getireyim dedim ve bugünkü yazımızı bu konuya ayırdım.
Evliya Çelebi (1611-1682) Seyahatname’sinde şöyle dediğini okuyoruz: “Bir sincap Urfa Siverek’ten ağaçlardan hiç inmeden İstanbul’da Üsküdar’a kadar gidebilir.”. Bunun gibi 1402 ‘de Timur ile Yıldırım Bayezid arasındaki Ankara Savaşı’nda Timur ordusundaki fillerini Ankara yakınlarında bir ormana gizlemiştir. Bu ve benzer bilgilerden tespit ettiğimize göre günümüzden 350 yıl önce Ülkemizin topraklarının %76’sı ormanlarla kaplı idi. Oysa günümüzde bu oran ancak %26 oranına erişebilmektedir. Bunun da yarıdan fazlası fundalık, koruluk ve çalılık bozuk ormanlardan oluşmaktadır (%12 sağlam ormanlar, %14 bozuk orman fundalık, çalılık vb.)
Ormanı sevgi, emek ve bilinç korur. Ağaç sevgisi ailede başlamalı, okulda geliştirilmeli ve hayatın her aşamasında sürdürülmelidir.Örneğin doğan her bir yavru için bir fidan dikilmeli ve korunup büyütülmeli. Okul öncesi, ilk ve ortaöğretimin aşamasında müfredata bağlı üniteler içinde uygulamalı ağaçlandırma gezileri yapılmalıdır. Bu öğretim basamaklarından ve yükseköğretim birimlerinden mezun olanlar için, yeni evlenen çiftlerin her biri için, hacca ve umreye giden her aday için gönüllülük esasına göre birer fidan dikilmeli, korunup geliştirilmelidir. Belki benzer birçok kampanya düzenlenmeli ve fidan dikme konusunda türlü vesilelerle teşvikler geliştirilip orman alanları çoğaltılmalıdır.
Öte yandan farkındalık oluşturmak amacıyla örgün ve yaygın eğitim kurumlarında öğretmen, öğrenci ve tüm idarecilerin de katılımı ile önce yanarak yok olan ormanlarımızın durumu yerinde gösterilerek hem mevcut ormanların korunması hem de topraklarımızın yeniden ağaçlandırılması konusunda yeterli düzeyde bilinçlendirme çalışmaları ile ağaçlandırma işlemlerinin hayata geçirilmesi sağlanmalı, bu konudaki her türlü çaba desteklenmelidir.
Bunun dışında ise orman alanlarımızı şahsi çıkarları için veya sabotaj amacıyla yakan, talan edip yok edenler için ise hukuk kuralları ağırlaştırılarak caydırıcı hâle getirilmeli ve bu tür suçlar asla af kapsamına alınmamalıdır. Orman alanlarının yakılması sonucu ortaya çıkan arsa, mera gibi sahaların iskâna ve tarıma açılması kesinlikle engellenmelidir. Ormanı kasten yakanlar sonsuza dek kamu görevinden mahrum bırakılmalı,hiçbir destekten yararlandırılmamalıdır.
Bir de orman ve maden arasında tercih meselesi var ki madenleri işleyelim derken orman alanlarını mahvediyoruz. Ülkemizin son yıllarda aşırı bir orman tahribatına uğradığı da acı bir gerçektir. Maden çıkarma kömür ocağı açma yol, baraj ve tatil köyleri inşa etmek amacı ile ormanlarımızın tahrip edilmesi hızla artmaktadır. Kazanalım, kazançlı çıkalım derken farkında olmadan müflislerden oluyoruz. On binlerce ağaç maden arama bahanesi ve başka sebeplerle kesilerek ormanlık alanlar yok ediliyor. Bu, ülkemizin ciğerlerinin sökülüp mahvedilmesi demek!..Bu konuda da acil eylem planı hazırlanıp önlem alınmalıdır.
Son yıllarda ülkemizde ormanlarımızın korunması ve orman yangınlarıyla mücadele konusunda önemli başarılar kaydedildi. Yanan ormanlarımızın neredeyse iki katı kadar sahalar ağaçlandırıldı. Ancak her sene yaz döneminde haziran, temmuz, ağustos ve eylül aylarında, birçok bölgemizde çok geniş topraklarımız üzerinde binlerce hektar ormanlarımız yine yanıp kül olmaktadır. Hz. Peygamberimiz Muhammet (sav) “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile, bugün elinizdeki fidanı dikin.” demiştir. Bizim inancımız gibi tüm inanış ve kültürler de ağaç dikmeyi, ormanları korumayı emrederler. Ağaçları yakmayı ise şiddetle yasaklar ve günah kabul ederler.
Unutmayalım haklarımız kadar görevlerimiz de var.
***
Hazar’ın Kıyısında Kardeş Şehir Bakü
Geçen haftaki yazımızda Ömer’in bizi Bakü’nün hemen girişinde karşıladığını söylemiştim. Oradan Ömer’in 20 Yanvarsemtinde kiraladığı evine geldiğimizde saat akşam on sularıydı, epey geç bir saat olmuştu. Ömer’le günler sonra buluşmamızın sevinci bir miktar yorgunluğumuzu unutturmuştu; Ömer’in hazırladığı nefis çay ile annesinin özlemle hazırlayıp getirdiği pastalar, kekler ve böreklerin konulduğu masada heyecan dolu koyu bir muhabbete başladık. Öncelikle Ömer annesi ve babası ile hasret giderdi; bir bir Türkiye’deki yakınlarını sordu. Bu koyu muhabbet, yerini az sonra derin bir uykuya bırakacaktı çünkü gerçekten çok yorgunduk.
Sabah olduğunda ise Hazar’ın üzerinden Bakü’ye doğan güneş odalarımızı aydınlatırken bizler kısmen dinlenmiş olmamızın verdiği enerji ile birbirimize; günaydın, hayırlı sabahlar diyerek güne başlamaya hazırdık.
Ömer kahvaltının ardından bize gezeceğimiz yerlerle ilgili bilgi verdi. Bu dost ve kardeş ülkenin başkenti Bakü, Hazar Denizi’nin batı kıyısında Apşeron Yarımadası’nın güneyinde yer almakta olup gerçekten tarihi ve kültürel bir başkent özelliğinde idi. Azerbaycan Parlemento Binası, Şehitler Hıyabanı (bahçesi) ve sönmeyen bağımsızlık ateşi, Türkiye Camisi, Türk Şehitleri Anıtı, Televizyon Kulesi, Kız Kalesi, HazarDenizi sahilindeki faytonlar ve Hazar’da tekne gezintimiz o günkü muhteşem ve çok zevkli gezimizi oluşturmuştu. O gün saatler su gibi akıp geçivermişti. Ertesi gün Ömer, bu gün kısmetse sizi önce üniversiteme, oradan da Sumgayt şehrine götüreceğim, dedi. Sabah olunca kahvaltıda ben Ömer’e “Biz buraya aynı zamanda seninle hayırlı bir gelecek için sevgi temelli hayırlı bir iş için geldik, arkadaşın Seyyare ve ailesini ziyaret edip tanışmak istiyoruz.” dedim. O da “Bu akşam gezi dönüşünde Seyyare’nin ailesine davetliyiz, yarın akşam ise ev sahibim Ramiz Bey ve eşi Fatma öğretmen yemeğe davet ettiler.” dedi. Programımız o kadar yoğundu ki hayatı âdeta soluksuz yaşamaya devam ediyorduk.
Kahvaltıdan hemen sonra arabamızla yola çıktık, Ömer geçtiğimiz yerlerdeki önemli binalar hakkında bilgi veriyordu. Şurası Haydar Aliyev İdman Konsepti, burası Devlet Tiyatrosu, Burası Bakü Devlet Üniversitesi diye tek tek söylüyordu. Bir ara Ömer’in üniversitesine geldik. Bakü’nün kuzeyindeki yeşillikler içinde bir üniversite kampüsü ve modern binalarda öğrenim gören öğrencilerle beraberdik.Türkiye’den gelen hatırı sayılır sayıda öğrenci vardı. Onlar arabamızı görünce hemen yanımıza gelip “Hoşgeldiniz!” dediler. Dayımın torunu Faruk ve Ömer’in köylüsü Firdevs de burada üniversite okuyordu. Onların ailelerinin gönderdiği hediye ve emanetleri de onlara iletip hep beraber çaylarımızı içtik.
Üniversite gezimizin ardından arabamızla Sumgaytşehrine gitmek için tekrar yola çıktık. Çok az gitmiştik ki yolun her iki tarafında petrol sondaj makineleri başladı. O kadar çok kuyu vardı ki petrol nerede ise yüzeyden akacaktı. Apşeron Yarımadası’nın kuzey kısmına gelince işçilerin bir tuzlada tuz ürettiğini, bu tuzları çuvallara koyup arabalara taşıdığını gördük. Hemen arabamızı kenara bırakıp onlara selam verdik ve fotoğraf çektik. Oradan ayrılıp tekrar yola çıktığımızda Hazar Denizi yolumuzun sağında muhteşem bir manzara oluşturarak uzanıyordu.
Sevgili dostlar, bu yazıyı yazarken ben Hatay tarafında yine yollardayım. Haftaya, Azerbaycan’ın sanayi şehri Sumgayt gezimizi ve başkent Bakü’de Seyyare kızımızın ailesini tanıma ziyaretini, ardından da Ömer’in ev sahiplerinin akşam yemeğindeki yaşadıklarımızı sizlere anlatacağım.