“Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.” derler. Bu, âlim-âlem kelimeleri arasındaki ses yakınlığından öte, âlemi insanların âlimler vasıtasıyla daha iyi anlama, kavrama ve yorumlama imkânına sahip olmasından, âlimin ölümü ile insanların bu imkândan mahrum kalacakları gerçeğinden hareketle söylenmiş olmalıdır. Peki bir şairin, bir edebiyat insanının ölümü insanlar için ne ifade eder?
Hakiki bir edebiyat insanının vefatının diğer insanlar için ne ifade ettiği elbette her insana göre değişir. Çünkü insanların dil, edebiyat, kültür ile ilişkisi aynı derecede değildir. Kimisi hüzünlere gark olacak derece bir mahrumiyet, mahzuniyet ve yoksunluk hissederken kimisi birkaç gün timsah gözyaşları akıtarak günü kurtarır, sonra da çalgı çengiyle devam eder.
Bir edebiyat insanının vefatı; fikirlerini, eserlerini o hayatta iken takip edip okumayanlar için, ülke nüfusundan bir kişinin eksilmesinden bir farkı yoktur. Yani o kişi için edebiyat insanı nüfusu bir artıran veya eksilten bir sayıdan ibarettir. Bazıları o fikirlerden istifade etmek yerine bilhassa kimi siyasilerde görüldüğü gibi edebiyat insanının isminden yararlanma, onu -tabiricaizse- “kullanma” derdindedir. Bunlar için de elbette bir eksiklik söz konusudur.
Bir edebiyat insanının vefatı en çok da onun fikirlerini, eserlerini her daim dinleyen, tedarik edip cümleleri satır satır, kelimelerin üzerinde dura dinlene, nefes ala ala okuyan “sadık” okurları üzer ve en çok da yoksunluğu onlar hisseder, hüzün yağmurlarında onlar ıslanırlar.
Bir dil ve fikir işçisi olan, fikirleriyle bilhassa son üç yüz yıldır yoğun bakımda can çekişen İslam dünyasının ve Müslümanların “diriliş”i için ömrünü vakfeden “diriliş kahramanı” Üstat Sezai Karakoç 16 Kasım 2021 Salı günü bu fani dünyadan âdeta Yunusça “Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil!” diyerek ruhunun ufkuna yürüdü. Geride ölümle ilgili şu sözleri âdeta kulaklarımıza fısıldadı: "Ölüm, ancak bir diriliş için katlanılabilen bir bedel olabilir. Başkalarının ölümü değil, kişinin kendi ölümü elbet. Bedenin ölümüne, ancak ruhunun dirilişi uğruna razı olabilir insan. (...) Bir mühlet vardır. Ve biz ona inanıyoruz."
Üstat Karakoç, son devrin “sultanüşşüera”sı Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in 25 Mayıs 1983 günü vefatının ardından “Göklerin Çektiği Kartal” başlıklı bir yazı kaleme alır. Kartal imgesi şüphesiz üstat bir şairin kendi üstadı için isabetli bir seçimidir. Çünkü Necip Fazıl’ın kabına sığmazlığını, aksiyon insanı oluşunu ancak en güzel şekilde bu kelime anlatabilirdi: “… Ve perde kalktı. Ten maskesi sıyrılarak, ruh, potada saf altına kalboldu. Kartal süzülüp gitti, sonsuz göklerde kayboldu. Bize ne düşer, bütün bu manzara karşısında susmaktan başka.” (Diriliş, 26 Mayıs 1983) Dün bu satırları yazan kalem, bugün aramızdan ayrılarak aynı diyara kanatlanarak uçup gitti. Yeri uçmak, makamı âlî, komşusu İki Cihan Güneşi (sallallahu aleyhi vesellem) olsun! Yazısı, hakkındaki bu yazıma başlık olarak mülhemdir.
Fani dünyada seksen sekiz (88) yıl ömür sürüp yaşadıktan sonra “gül muştusu”na eren Karakoç, geriye “yâdıcemil” ve “sadakaicariye” olarak yüze yakın eser bırakıp ebedî âleme, ruhunun ufkuna yürüdü. Fani Karakoç, fena ve fani bir dünyadan güzel ve ebedi bir diyara, uçmağa gitti. Fanilere, bizlere kalan derin bir “suskunluk” ve tefekkürün yanı sıra onun fikirleri, sözleri, eserleridir. Geçip giden bütün edipler gibi bundan sonra geride kalan bizler onun eserlerinde, cümlelerinde, dizelerinde kelime kelime onunla konuşuyor olacağız. Konuşmalar maddeden manaya yer değiştirmiştir artık. Bir edebiyat insanı ve fikir işçisiyle konuşmak isteyen onun eserlerini okumakla işe başlasın. O hâlde biz de bu yol ile üstat Karakoç’un eserlerine odaklanmalıyız.
Hayat, açılan bir kapının belli bir zaman sonrası yeniden kapanmasından ibarettir. “İki kapılı bir han”da bir kapının açılması ile diğer kapının kapanması arasında geçen süre içerisinde neler yaptığımız, bundan sonraki hayatımız adına neleri tedarik ettiğimizdir önemli olan.
Divan edebiyatı şairlerinden Sabri, insanın gönülleri süsleyen bu dünyaya bir kez geldiğini, bu ömrü iyi değerlendirmesi gerektiğini “Âdem bu bezm-i derv-i dilâr-âya bir gelür/ Bil kadr-i ömrünü kişi dünyâya bir gelür.” dizeleriyle dikkat çeker. Ayrıca “Dünya için vücudunu sarf etme yok yere/ Nakd-i hayat merdüm-i dânâya bir gelür” diyerek bu dünyada varlığını boş yere harcamamak gerektiğini hayatın âlim kişiye bir defa verdiğini hatırlatır. Üstat bu bağlamda, hayatını dolu dolu yaşayarak heybesini güzelliklerle doldurup gitmiştir.
Ruhları dirilten bir iksir: Diriliş
Üstat Karakoç ile ismi bütünleşmiş bir dergi vardır: Diriliş. Zaman zaman duraklamalar yaşanmış olsa da 32 yıl boyunca çıkarılan bir inanç, düşünce, edebiyat ve siyaset dergisinin elimde bulunan bazı sayılarından Üstadın o dergilerde yayımlanmış fikirlerinden bazılarını buraya alıntılayarak sizlerle buluşturmak en iyisi. Mesela, Müslümanın “umut insanı” olması gerektiğine dair şu düşünceleri her daim tazeliğini korumaktadır:
“Umutsuzluğu doğuran sistem ve yapılar, ebediymiş gibi, hiç yıkılmayacaklarmış gibi görünürler. Ama bu aldatıcıdır. Onlar, bakımsız bir evi saran örümcek ağları gibidirler. Umutsuz kişi, ilkin bu ağları, kendini koruyan bir zırh sanır. Bu sanı, onun gözlerini bağlar ve gün gelince, bu ağların içinde boğulur gider. Onları, demir zincirler gibi güçlü görür. Oysa, bilmez ki, bir süpürge ucu, o ince ince dokunmuş ağları, bir el gezdirme süresinde toplar.
En sağlam kaleden daha sağlam gözüken Şeddatların, Nemrutların, Firavunların yapıları, gerçekte birer örümcek ağı, yuvası kadar, çürük, temelsiz ve askıdadır. Zamanımızın Şeddatları, Nemrutları, Firavunlarının sistem, örgüt ve düzenleri de, nice modern ve çağdaş teknolojiyle donanmış olurlarsa olsunlar, birer örümcek ağ ve yuvasından başka bir şey değillerdir. “Örümcek yuvasıysa, gerçekten, yuvalar içinde en zayıf yuvadır.” (Diriliş, Ekim- 1979, Sayı: 61)
Üstat Karakoç, ayrıca bilinçli Müslüman olmanın önemi üzerinde de durur. Asıl tehlikenin kişinin içten içe çürümesi olduğu tespitinde bulunur: “Dışın kuvveti değil, “iç”in zayıflığı tehlikeli. İnsan için en büyük risk, yine kendisidir. İnsan ruhu, sağlam olduğu ölçüde dışa dayanıklı olabilecek, içten çürümesi oranında da, dıştan gelen tesirlerin samyeliyle kuruyup dökülecektir. Demek ki, asıl korkulacak şey, dıştan gelen ölüm salvoları değil, ruhun ölümüdür. (…) Ruhta ölüm olduğu vakit, çare, ruhta diriliştir.” (Diriliş, Ekim- 1979, Sayı: 61)
Bilim ve teknolojinin hızla gelişmesi, iletişimin ve ekonomik imkânların artması insanlığa aynı oranda huzur ve mutluluk getirmemiştir. Üstat Karakoç, bunun sebebinin ahiret inancının olmaması veya zayıf olmasına bağlar ve kurtuluşun da o inanca ermek olduğunu hatırlatır:
“Çağımızda insanoğlunun mutsuzluğunun asıl kaynağı, “öteki dünya”ya inanmamasıdır. (…) “Öteki dünya”ya inanmak. Budur çıkış yolu. (…) Bütün zulümler, haksızlıklar, eksiklikler, bu dünyayı, bu dünyadan ibaret bilmekten kaynaklanıyor. Öteye ruhların kapalı oluşundan. Kalplerin mühürlü oluşundan. Vakti, hep “öğle” sanışımızdan. “İkindi”nin sırrından habersiz oluşumuzdan. Akşam, güneş batmadan düşünemeyişimizden, geceyi, gece gelmeden hatırlayamayışımızdan.
Bir kez daha insanlık, zaman, ölüm, diriliş kavramları üzerine eğilmek ve derin derin düşünmek zorunda. (…) Ahiret, yine somut bir inanç olarak dönmeli insanlığa. (…) Ahiret inancı teorik bir inanç olmaktan çıkarak yaşanır olmalı. Onu bilmek yeterli olmamalı. İnanmak, bilmeyi aşkın bir ruh hâlidir. Ona, yaşamak da dahildir. İnanç, yaşanan bir bilgiyle birliktedir.” (Diriliş, Ocak- 1980, Sayı: 64)
Ahiret inancı hayatımıza hayat olmalı
Yaşanmayan bir inancın hayata hiçbir faydası, katkısı yoktur. Onun hayatımıza hayat olabilmesi için yaşanması şarttır. Bu, ahiret inancı için de böyledir: “Ahiret inancı, kitaplarda yazılı satırlar olmaktan öteye geçmedikçe, dünyataparlık, madde tutsaklığı, yani, ruhun zindan karanlığına mahkûmluğu sona ermeyecektir. Hastaya, ilâç prospektüslerinin, hatta eczanede duran ilâçların bir faydası yoktur. Hasta, kendisine acı da gelse, doktor kılavuzluğunda, prospektüsler ya da daha doğrusu kitaplar uyarınca o ilâcı eczahanelerden alıp içtiği vakit, şifa değişiminin ne olduğunu idrak edecektir. Âhiret inancı, hakikatın keskin kılıncıdır. Bu kılıncı yeniden çağın üzerine asacak kahramanlara, ruh ve inanç kahramanlarına, “diriliş erleri”dir.” (Diriliş, Şubat- 1980, Sayı: 65)
Şehirlerin ahiret edalı dirilişi
Diriliş düşüncesi plan ve yapısı bakımından şehirlerin de dirilişine vesile olacaktır: “Diriliş erleri, alınlarında kıyametin ürpertisini ve secdenin iz ve nurunu taşıyan “insanlar” olarak, bu dünyada Âhiret’in anlam ve amaç planında gerçekleşimini mesaj ve ödev bilmiş ve dünyanın bu en ağır, fakat en şerefli işini yüklenmiş koşucularıdır. Âhiret koşucularıdır onlar. (…) Onlar, dâvalarının meşalesi yanında kendilerini yokmuşçasına bir görünüme bürürler. Onlar için Âhiret Muştusu ve güzelliğiyle ışıldayan Diriliş Meşalesi vardır ve onun önünde kendileri yoktur. Şehirlere bir umut gibi, bir muştu gibi Âhireti taşıyanlardır onlar. (…) Onlar insanın ölümünü kutlayan uygarlık yamyamlığı törenine, bu barbar âyine son verecek, insanlığın gerçek bayramını başlatacaklardır.” (Diriliş, Nisan- 1980, Sayı: 67)
Devlet ve diriliş
Üstat Karakoç’a göre “dirilişe ermek için” devlet düşüncesinin yeniden ele alınmasına ve devletin fertle ilişkisinin yeniden belirlenmesine ihtiyaç vardır: “Devlet düşüncesi ve ideali yeniden ele alınmalıdır. Diriliş idealini benimseyenler bunu zamanında yapamadıkları takdirde, yani ak devlet düşüncesini getiremedikleri takdirde, onun yerini kara’sı alacaktır. Günümüzde görülen terör hareketleri, bir nevi, kara devlet’in getirilmesi çabalarıdır. Yani alacalı devletten kara devlete geçiş tırmanışları.
Diriliş ideali, kişinin dar sınırlarını aşarak toplum ve devlet idealinin gerçeğini de diriltmek aşk ve şavkına sahip bir insanlık idealidir. Evet, devlet put değildir. Ama insanın üstünde bir kutluluğa sahiptir. Faşizmde ve komünizmde olduğu gibi, insanı hiçe sayarak değil, onu daha çok değerlendirerek, onurlandırarak, kişiliklendirerek, ideal insanı kılarak oluşan bir kutluluk. Bu kutluluğu diriliş nesli aziz bir emanet bilecektir. Dağların çekemeyeceği kadar ağır, fakat dağları omuzlamak kadar da şerefli bir emanet.” (Diriliş, Nisan- 1980, Sayı: 67)
Ölüm ve ruhun dirilişi
Yaratılmış varlıkların asla kaçınamayacağı bir gerçeklik olan ölüm, diriliş erlerinde bir dirilmedir aynı zamanda: "Ölüm, ancak bir diriliş için katlanılabilen bir bedel olabilir. Başkalarının ölümü değil, kişinin kendi ölümü elbet. Bedenin ölümüne, ancak ruhunun dirilişi uğruna razı olabilir insan." "Bir mühlet vardır. Ve biz ona inanıyoruz. "
Üstat Karakoç, bu bağlamda “Kim, ölmeden önce ölümü yaşarsa, ölüm de onu yaşar. Böylece onu tanır, onu dost bilir. Ona zarar veremez artık.” (Gündönümü, s. 42) der, tıpkı Erdem Bayazıt’ın “Bulmak” şiirinde dediği gibi: “Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm/ Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm” !..
Sözü devleti yönetmeye talip olanlara getirdiğinde ise Üstat, âdeta kılı kırk yarar ve daha sonra telafisi imkânsız durumların yaşanmaması için toplumu uyarır: “Kendi mevkii, ünü, malı, ya da çocuklarının, ailesinin, hizip, klik ve partilerinin hasis çıkarları ya da aşağılık gururları uğruna Millet ve Devlet hayatından ödün veren devlet adamlarının, yöneticilerinin bulunuşu, bir Millet için talihsizliklerin en karası bir talihsizliktir.
Keyfi diktatörlük değil, devlet mekanizma ve organizmasının hayat ve memat şartı olan otorite ve disiplin, her kişinin başına asılmış bir Demokles’in kılıcı gibi durmalıdır. Güçlüler, ünlüler, ya da imtiyazlı kişiler, hiçbir söz ve davranışlarından, şu ya da bu bahaneyle sorumlu tutulmazken, hoşa gitmeyen bir gerçeği biraz keskin bir üslupla söyledi diye arkasında kuru kalabalık ya da kaba kuvvet bulunmayan bir kişi ezilirse, bu, otorite ve disiplinin kendini tam tersinden göstermesi demek olur. Ve bu tutum gelenekleşirse, o ortamda, boy atacak kıyamet nebatı, ya da hayvanı yani (Dabbetülard), terör ve anarşi olacaktır.” (Diriliş, Haziran- 1980, Sayı: 69)
Ve illaki Mona Roza
Üniversite yıllarıma kadar Sezai Karakoç isminden haberdar olduğuma dair zihnimde herhangi bir şey bulunmuyor. Seksenli yılların ikinci yarısında Erzurum’da edebiyat bölümünde okurken defterler dolaşıyordu elden ele. Bu defterlerde bir kitap hacmindeki Mona Roza şiiri vardı. Dedim ya, şiir alt başlıklarla biraz uzuncaydı. Fotokopi imkânı o zamanlar şimdiki kadar yoktu demek ki veya en azından şiiri kalemimizle yazarak çoğaltmayı daha içten bulmuştuk. O defteri hâlâ saklarım.
Üstat Karakoç, “Mona Roza” üst başlıklı, okurların büyük bir hayranlıkla çoğalttığı bu şiirleri ancak, yaklaşık elli yıl sonra, 1998 yılında kitaplaştırır. Bu şiirleri kitaplaştırırken onların yapısında yer yer, ilk yazıldığında var akrostişin bozulması, Geyve ismi yerine Gülce getirilmesi vb. değişiklikler yaparak şiiri daha da edebî gerçekliğe büründürür. “Mona Roza” şiiri şairi tarafından değiştirilmiş olsa da okurun zihin dünyasında o daima ilk hâliyle yaşamaya devam edecektir. Okur, onu ilk hâliyle sevmiştir çünkü.
Zaman ölüm saatinin zilini çaldı, “Diriliş eri” “En Sevgili”ye kavuşmak üzere kanatlanıp gitti. Tıpkı daha önceden “Yerleşecek yer aramak/ Camiinin avlusunda/ Soğuk bir taşa oturmak/ Gün doğmadan Şehzadebaşında” dizelerinde dediği gibi. Şimdi bize, bırakmış olduğu aziz bir emanet niteliğindeki sözlerini, şiirlerini, yazılarını, dergi ve kitaplarını yeniden, bir kere daha, bir kere daha, kelimelerin, cümlelerin altını çize çize okuyarak onu anlama uğraşına girişmek düşer.
Türkçemizin bu velut kalemi bugün artık aramızda yok. Dilimiz, eserleri ve biz okurlar ve onun takipçileri hep birlikte hem öksüz hem yetim kaldık. Çünkü “Şairleri haykırmayan bir millet, sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir!” Rabbim onu gepgeniş rahmeti ve merhametiyle karşılasın. Türkçemizin ve edebiyatımızın başı sağ olsun!..