|   | 
  • Kiralık Kalem (Satılık Değil Ama)

    GÖREVİNİ YAPAN POLİSE -2-

     

    (UZUN BİR YAZI OLACAK. İSTEYEN OKUR, İSTEMEYEN OKUMAZ... BEN SAATLERCE EMEK VERİP YAZMA ZAHMETİNE KATLANMIŞKEN OKUMAYA ERİNEN VATANDAŞA NE DİYEBİLİRİM Kİ!) (Fakat telefondan değil de bilgisayar monitöründen okumanızı tavsiye ederim. Hattâ gerçek okuyucuysanız ve beni de adam yerine koyuyorsanız, çıktı alıp kâğıttan okuyunuz.)

     

    1969-1970 öğretim yılıydı. Lise son sınıf talebesiydim. Sınıf arkadaşım Yalçın ve ben, bisikletlerimizle Buca sokaklarında geziyorduk. Benimki, ikinci el satın alınmış eski bir bisikletti. İki arkadaş, bir yandan pedal çeviriyor, bir yandan söyleşiyorduk. Tam polis karakolunun karşısından geçiyorken benim bisikletimden bir takırtı sesi geldi, durduk. Zincir atması deniyor ya, zincir dişlilerden kurtulmuş. Çöktüm, zinciri tekrar yerine takmak için uğraşıyordum ki arkamdan sert bir ses, küstahça:

     

    -“Ne biçim bisiklet sürüyorsun ulan!

     

    Dönüp baktım. Bunu, karakolun kapısı önünde dikelmekte olan bir polis söylemişti. Durup dururken zincir atmasına çok canım sıkılmıştı zaten, şimdi de durup dururken bu polis... Yaşım da 17-18...

     

    -“Sana bir zararım oldu mu abi!” diye cevapladım ve işime devam ettim. Hayır, edemedim. Çünkü POLİS ABİ, sesi kadar sert adımlarla tak tak tak... Omuzumdan yakaladı ve bağırıp azarlayarak karakola doğru sürükledi beni...

     

    Nezaret odasına soktu ve dövdüler. Beni alıp getirenle birlikte toplam üç polis. “Sen polise karşı nasıl konuşuyorsun ulan!” “Senin abin fuarda, ayı. Memur bey diyeceksin ulan!” deyip deyip tekme tokat giriştiler. “Yok polise hakaret altı aydan başlar, yok polise el kaldırmak bilmem ne...” diyorlardı bir yandan da. Canımın yanmasından geçtim, bir de korku kaplamıştı içimi...

     

    Ne kadar zaman geçti bilemiyorum, karakolun kapısında sivil bir adam belirdi. Polisler yanına gittiler ve adamla konuşmaya başladılar. Adamı tanıdım: Arkadaşım Yalçın’ın dayısı Dişçi Hüseyin. O sıralar küçücük bir nahiye olan Buca’nın hatırı sayılır eşrafından idi ve gerçek bir beyefendi idi. Diş hekimlerine taş çıkartacak kadar bilgili ve mâhir bir diş teknisyeniydi. Yalçın hemen gidip kendisine durumu anlatmış, o da koşup gelmiş. Artık aralarında neler konuştularsa... polisler hangi yalanlarla beni şikâyet ettilerse... bilmiyorum. Aldı beni, çıkarttı karakoldan. Karakoldan çıkarken, baş roldeki polis bana; “Polise karşı saygılı olmalısın, bir daha böyle terbiyesizlik yapma.” nasihatinde(!) bulunmayı ihmal etmemişti.

     

    Kahrolmuştum. Günlerce gözüme uyku girmedi. Hayâller kurdum; o polisi bir gün bir yerde bir başına yakalayacak ve... İsmini de öğrenmiştim: Hüsamettin. Fakat tahmin ettiğiniz gibi yediğim dayaktan başkaca hiçbir bok yiyemedim, ancak yediğim dayak yanıma kâr kaldı. Unutamıyorum ve hatırladıkça tüylerim diken diken oluyor. Evet tüylerim diken diken oluyor ama bakın yine de polisler hakkında neler söyleyeceğim aşağıda.

     

    Yakından tanıdığım bir subay, Söke’de teğmen iken yaşadığı bir hâdiseyi anlatmıştı: (Önce, bu subayın yetki ve sorumluluklarını iyi bildiğini, emrindekilere çok müsbet davrandığını ve onlar tarafından çok sevildiğini belirteyim.)

     

    Kendisi silah takım komutanıdır. Askerlik yapanlar bilirler; asker ocağında sıkı bir eğitim vardır. Eğitim, “sağlam vücut” ve “görevi iyi öğrenme” esaslıdır. Spor yapılır, koşulur, zıplanır... silahlar sökülür takılır ve kullanılır... Takımındaki Doğu’dan gelmiş bir ere öğretmişler: “Eğer salağa yatar ve Türkçe bilmediğine inandırırsan, eğitimden yırtarsın. Komutan başlangıçta kızar, bağırır ama sonunda bıkar ve seni eğitimden âzâde bırakır. Terlemezsin, yorulmazsın...” Bizim er, bunu çok iyi uygular ve gerçekten de eğitimi falan yırtar. Koşuya, eğitime katılmaktansa vaktini helâda geçirmektedir. Fakat bunu böyle yaptığını, yani yaptığı uyanıklığı diğer askerlere de anlatmaktadır. O askerlerden biri de bir gün durumu dostum olan teğmene anlatır. Öyle mi öyle! Bizim sâkin, insancıl teğmen bir sopa hazırlar... “Cennet’ten çıkma” devreye girer... Yaşanan gelişmeyi şöyle anlatmıştı bana:

     

    -“Serdar Hocam, inanır mısın, o er o günden sonra Türkçeyi bülbül gibi konuştu ve takımın en gayretli en başarılı üyesi oldu.

     

    Bu anekdotlardan sonra konuya giriyorum... ancak şu spotu da koyu harflerle ve altını çizerek vermeliyim:

    HANGİ ALAN OLURSA OLSUN, GÖREV VE SORUMLULUK VERİLECEK KİŞİLER ÇOK TİTİZ BİR ŞEKİLDE SEÇİLMELİDİR. ÇÜNKÜ O KİŞİLERE YETKİ DE VERMEK SÖZ KONUSUDUR. Aksi takdirde işler yürümez... en azından beklenilen sonuçlar alınamaz. Yani polis yapılacak kişiler de titizlikle seçilmeli ve doğru bir şekilde eğitilmelidirler.

     

    Önceki yazımda şöyle demiştim:

    {{Polisin varlığı aslında bizim bir ayıbımızdır. Eğer toplumda kötüler ve kötülükler bulunmasaydı bu mesleğe de ihtiyaç duyulmayacaktı. İdeal bir toplumda, karşılıklı hoşgörü, anlaşma, hakka ve haklıya saygı ilkeleri olacağından insanlar kendi kendilerini düzene sokmayı polise ihtiyaç duymadan başarabilirler. Oysa gerçek böyle değildir ve maalesef düzen, gün geçtikçe daha da bozulmaktadır. Dolayısıyla da polise duyulan ihtiyaç giderek artmaktadır.

     

    Fakat işin daha kötü yanı, toplumdaki bozulmaya paralel olarak, görevi “düzeni, güvenliği sağlamak” olan polislerde de bozulmalar görülmektedir. Polis de bir insandır ve bu toplumun bir parçasıdır çünkü. Polislerde görülen hatalar ve suçlar, polisle hesabı bulunan bazı çevrelerin hoşuna da gitmektedir belki. Karşılaşılan her olumsuz örnekten sonra avazları çıktığı kadar bağırmakta ve pireyi deve yapmağa çalışmaktadırlar.}}

     

    Y-A-R-A-M-A-Z-L-I-K Y-A-P-A-N çocuk, annesi “Bak, yaptıklarını babana söylerim!” dediğinde bir ürküntü duyar ve kendine çeki düzen verirdi. Bu durum, babamıza olan sevgimizi azaltmaz ama onun gözümüzdeki saygınlığını artırırdı. Babalarımız da zaten birer dayak makinesi değildiler ve kucakları otoritenin yanı sıra her zaman şefkat doluydu. Sokakta oynadığımız sırada öğretmenimiz geçerse kendimize çeki düzen verirdik. Öğretmenimizin yüzünde beliren şefkatli tebessümü de görürdük tabi. Mahallenin büyüklerini de önemserdik, gerektiğinde kulaklarımızı çekebileceklerini bilirdik çünkü. Ben, özellikle bekâr delikanlılar olan Özcan Abi ve Erçin Abi’den çok çekinirdim. Yanımdan geçerken mutlaka; “Ellerine bakayım; çamurla, pis şeylerle oynamıyorsun, değil mi?” gibi lâflar ederlerdi.

     

    Yine, Y-A-R-A-M-A-Z-L-I-K Y-A-P-A-N çocuklar, “Seni polis amcalara vereyim, hakkından onlar gelsin.” uyarısıyla da zapt u rapt altına alınırlardı. Polisten, yalnızca Y-A-R-A-M-A-Z-L-I-K Y-A-P-A-N çocuklar değil, Y-A-R-A-M-A-Z-L-I-K Y-A-P-A-N ergenler, âdî suçlara tevessül eden yetişkinler de çekinirdi. O vakitler, polisler de Ömer Seyfeddin’in Diyet’indeki Ali Usta gibi (ya da bazı filmlerdeki Hulûsi Kentmen gibi) mûtemed, güvenilir ve babayiğit idiler ama. (Suçu, kabahati bulunmayan) mahalleli onların varlıklarından güven duyardı. Çünkü masumların haklarına yürekten önem verirler, mahallenin huzurunu bozanlara derhâl ve şiddetle müdahale ederlerdi. Fakat bütün bunlar, milâttan önceydi... yani özgürlük kavramının şirazeden çıkarılmasından, insan hakları beyannâmesinin imzalanmasından... daha doğrusu CUMUK Yasası’nın yürürlüğe girmesinden önceydi. Medenî hukukumuz da biraz daha akıllı, mantıklı ve toleranslıydı o zamanlar. ABD’nin ya da Fransa gibi bazı devletlerin hukukları, hâlen daha bizimkinden mantıklıymış gibi geliyor bana. Haberlerde, çeşitli videolarda izliyorum da... suçlular, en az yargıç kadar polisten de çekiniyorlar. Onlarda CUMUK biraz farklı galiba. Fakat oralarda da polisler maalesef yetkilerini özellikle siyahîlere ve göçmenlere uyguluyor olmasalar...

     

    Bediüzzaman, “MEDENÎLERE GALEBE, İKNÂ İLEDİR...” demiş. Elbette güzel söylemiş ama gelin görün ki insanlar, özellikle bizim toplumumuzdaki insanlar ne kadar medenî acaba? Tersine (çoğunluk itibariyle) küstahız, çapulcuyuz, haramîyiz, vahşîyiz. Örneğin trafikte yaşananları, sağlık çalışanlarına yapılanları biliyorsunuz. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın yarım bıraktığı sözü Ziyâ Paşa tamamlamak mecburiyetinde kalmıştır: “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdîr / Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Sonuç olarak; yukarıda anlattığım Hüsamettin gibiler değil, İYİ İNSANLAR POLİS YAPILMALIDIR FAKAT POLİSE DE ÖLÇÜSÜ ÖĞRETİLEREK GEREKTİĞİNDE CEBİR KULLANMA YETKİSİ VERİLMELİDİR. Bunu yapmazsak, durumumuz, bugün olduğu gibi olur işte.

     

    Şimdi polisleri bırakalım ve asıl konumuza, öğretmenlere gelelim:

     

    İlk sözler: 1- Öğretmen yapılacak insanlar büyük bir titizlikle belirlenmelidir. 2- Bugün, polisin olduğu gibi öğretmenin de kolunu kanadını kıran bir mevzuat yürürlüktedir. 3- Veli portresi pek çok yönden bozulmuştur. 4- Öğrenciler, ilgisiz, tembel, terbiyesiz, şirret ve küstahtır. 5- Akran şiddeti ve anarşisi almış başını gitmektedir. 6- Veliler tarafından dövülen, öğrenciler tarafından öldürülen öğretmenler gündemdedir.

     

    Nazilli’deki karma öğretim yapılan bir özel okulda çalışmaktaydım. Derse henüz girilmişken üç erkek öğrenci, bir gerekçeye beni inandırarak izin istedi ve sınıftan çıktılar. Giderlerken, işleri biter bitmez dönmelerini tembih ettim. Yapacakları iş üç beş dakikalık bir iş idi. On dakika geçti, onbeş dakika geçti, yirmi, yirmibeş... Sınıftaki öğrencilerden, onların bu şeytanlığı yapma konusunda iddiaya girdiklerini ve gidip tuvalette sigara içtiklerini öğrendim. Beni (hem de diğer öğrencilerin önünde) kandırmışlardı. Dersin sonuna doğru çıkıp geldiler. Kapıda karşıladım ve her birine üçer tokat vurdum. Sağ elimle vuruyorken, tokatlar yanaklarından başka bir yerlerine isabet etmesin, bir zarar vermiş olmayayım diye sol elimle de kulaklarından tuttum. Tepki vermediler. Belki suçlu oldukları için, belki 194cm. boyunda 100 kiloluk bir adam olduğum için. “Yazıklar olsun size! Ama ben yine de sizi disiplin kuruluna bildirmeyeceğim.” dedim, yerlerine oturttum. İyi yaptım. Doğru yaptım. Köteği hak etmişlerdi. Yaptıkları yanlarına kâr kalmamıştı ve böylece sınıftaki şeytanlık yapmayan öğrencilerin de bir şekilde haklarını korumuştum. Yeri gelmişken belirteyim: TE’CİL EDİLEN (GECİKTİRİLEN) CEZA, ASLÂ GEREKEN ETKİYİ YAPMAZ. Mükâfatın da mücezâtın da ta’cîlen yapılanı makbuldür. Cezânın (dinimizden ve örfümüzden öğrendiğimiz şekilde) kamu önünde tatbikini de ayrıca önemli buluyorum.

     

    Bu öğrencilerden birinin babası, ertesi gün Alaşehir’den kalkıp gelmiş. Hesap soracak... çatacak... Tabi bu arada, çocuğu, olup biteni bütün gerçekliğiyle anlattı mı, bilmiyoruz. O esnâda dersteymişim. Adam da zaten öncelikle müdür yardımcısının odasına yönelmiş. Orada yapmış ilk hücumunu. Yüzünün şeklini, sesinin tonunu tahmin edebilirsiniz. Müdür yardımcısı, az bulunur cinsten bir eğitimci... adama söylediklerini aktarayım:

     

    -“Beyefendi, konu bize intikal etti. Takibini yapıyoruz. Fakat bu arada oğlunuzun suçunu da öğrendik, biliyoruz. Ayrıca Serdar Bey’in ne kadar titiz ne kadar babacan ve ne kadar tecrübeli bir öğretmen olduğunu da biliyoruz. Aslında siz de biliyorsunuz. Serdar Hoca, benim de hocam sayılır ve inanın bana da tokat atacak olsa bunu seve seve kabullenirim. Çünkü o aslâ haksızlık etmez, yaptığı her işin mutlaka bir sebebi, bir hikmeti vardır...

     

    Aralarında daha başka ne gibi konuşmalar geçti bilmiyorum. Fakat o konuşmalardan sonra öğrenci velisi, benimle görüşmeden okuldan gitmiş. Konunun analizini sizlerin insafınıza bırakıyorum ve bu olaydan dolayı CUMUK’un eline düşmediğim için şükürler ediyorum. Belki daha da önemlisi; habere ve kana susamış medyanın diline düşmediğim için. Şanslıymışım.

     

    Mehmet Yağmur Hoca benim kadar şanslı değildi. O, medyanın diline düştü. İzmir’in yerel gazetelerinden birinde koca bir manşet: İNSAF BE HOCAM! Altında da bir resim. Bir öğrencinin, bizim bir öğrencimizin vesikalık resmi. Kulaklar kıpkırmızı, mosmor... Hemen söyleyeyim: O kızarıklıkların, morlukların makyajla, boyayla oluşturulduğu ortaya çıktı sonunda. Hem de adliyenin tayin ettiği bilirkişi raporuyla.

     

    2000’den önceydi. M. Yağmur da ben de İzmir’de aynı özel okulda çalışıyorduk. (Rahmetli olduğunu biliyorum) Mehmet Hoca, çok halim selim, gayretli ve başarılı bir öğretmen idi. Günün birinde bir velet, artık ne yaptıysa, çıldırtmış Hoca’yı. O da çocuğu, kulağını çekerek uyarmış. Vay sen misin çocuğumun kulağını çeken... çocuğun anası kolları sıvamış ve çocuğunun makyajlı resmini çekerek gazetecilere vermiş. Doktor raporu falan yok ha! Ve çekilen bir kulak var ama iki kulak da makyajlı... Eh gazeteciler de haber, hem de insanların gözlerini fal taşı yapacak cinsten haber arıyorlar ya... kıyameti koparmışlar. Bu defa Mehmet Hoca karşı hücuma geçti, muhataplarını mahkemeye verdi. Fakat iş olduğuyla kaldı. Ve o gazete bir tekzip yazısı bile yayınlamadı. Şimdi soruyorum: Mehmet Hoca, artık öğrencilerle nasıl ilgilenir, onların adam olmaları için ne kadar çaba sarfeder? Bir akran şiddeti olayına şâhit olsa müdahale eder mi?

     

    Böyle onlarca, yüzlerce örnek var. Evet, öğretmenlerin çoğu, taşıması gereken özellikleri taşımıyor. Ama bunda devletin hatâsı büyüktür. Seçmeyi de (Yirmi otuz soruluk test sınavıyla veya siyasî görüşe dayalı mülâkatla öğretmen seçilir mi?), yetiştirmeyi de, ödüllendirmeyi de cezalandırmayı da yanlış yapıyor. Fakat daha büyük hatâ, öğretmenlerin kollarının kanatlarının yasalarla kırılmış olmasıdır. Öğretmenler de cumuk mağduru polislerden farklı bir durumda değiller bugün.

     

    Konu çok derin ve uzun. Belki bu söylediklerimden çok daha fazlasını öğrenci velileri, anne babalar üzerine de söylemem gerek. Ah anne babalar ah! Fakat uzatarak bıkkınlık vermekten korktuğum için burada kesiyorum. (Benim, ÖZMİLLİ-HAYIRİST isimli bloğumda, konuyla ilgili onlarca yazım bulunmaktadır; onların okunmasını istirham ederim.)

     

    POLİSLERİN, SAĞLIKÇILARIN, ÖĞRETMENLERİN MAĞDURİYETİNE SEBEP OLAN YASALARA, UYGULAMALARA hayır.

     

    Hayırist, esenlik dolu HAYIRLI günler diler. 

     

    R. Serdar Özmilli

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.